Vajinusmus

Vajinusmus

Vajinismus, vajinanın dış üçte birlik bölümündeki kasların istemsiz şekilde kasılması sonucu, cinsel birleşmenin mümkün olmadığı bir bozukluktur. Vajinal kaslardaki kasılmanın yanında çoğunlukla cinsel birleşmeden korkma da vardır. Bu durum partneri reddetme veya partneri çekici bulmama ile bağlantılı değildir. Vajinismusta, kaslar birleşmeye müsaade etmez ve kişi bunu bilinçli bir şekilde yapmaz.

Vajinismusta kasların kasılması ve korku ile beraber, bacakları kapama, titreme, terleme, mide bulantısı, ağlama, partneri itme, çığlık atma gibi durumlar görülebilir. Bu durumda zorlama olursa kişide kaygı daha da artabilir. Zorlama ile birleşme bazı vakalarda olabilir ancak bu birleşmeden sonra ağrılı ve acılı birleşmeler devam eder. Aynı zamanda, alkol, kas gevşetici, lokal anesteziklerin kullanımı, genel anestezi, kızlık zarına müdahale gibi uygulamalar vajina kaslarına gevşemeyi öğretmez, psikolojik olarak daha fazla zarar verirler.

Vajinismus, cinselliğin bastırıldığı toplumlarda çok sık görülür, cinselliğin bastırılmadığı toplumlarda ise nadir görülür. Sosyo-kültürel özelliklerin vajinismus gelişiminde oldukça etkili olduğu bilinmektedir. Yanlış cinsel bilgiler, cinsellikle ilgili olumsuz inançlar, kadınlar için cinselliğin acı ve ağrı ile birlikte koşullanması, kadınlar için cinsel aktivitenin haz duygusu ile kurgulanmaması gibi nedenler toplumda vajinismus görülme sıklığını arttıran nedenlerdendir.

Vajinismus tedavi edilebilen bir bozukluktur. Tedavi başarısı ise oldukça yüksektir. Olumsuz denemeler sonucunda kadınlarda yetersizlik hissi ve cinsellikten kaçınma, partnerde ise hayal kırıklığı, reddedilme hissi, ilerleyen dönemde de isteksizlik, sertleşme sorunları görülebilir. Bu sebeple erken tedaviye başvuru olumsuz öğrenmelerin pekişmesini önleyeceği gibi, yeni bilgiler ve öğrenmelerle olumlu duygu düşünce davranışın yerleşmesini sağlayacaktır.

Cinsel terapinin amacı, çiftin kaygı, korku, fobiden arınmış, uyumlu, haz ve doyum odaklı bir cinsel yaşam sürdürmesidir. Bunun için seanslara düzenli katılım ve verilen çalışmaları düzenli uygulama oldukça önemlidir. Çiftler çalışmaya uyum gösterirlerse, problem çözümü de kısa sürede gerçekleşir.

COVİD-19 ve Psikoloji Üzerine Etkileri

COVİD-19 ve Psikoloji Üzerine Etkileri

Tüm dünyayı etkileyen salgın hastalığa kısaca “Pandemi” deniyor. Hatırlayacağınız üzere ülkemizde ilk vakanın görüldüğü 11 Mart 2020 tarihinde, Dünya Sağlık Örgütü Pandemi ilan etmişti. Bundan sonra hayatımıza giren kısıtlamalar ve belirsizliklerle beraber kaygılar ve yoğun duygular ortaya çıktı.

Belirsizlik her zaman tehlike demek midir?

 İnsan belirsizliğe geçmiş çağlardan beri bir tehlike atfetmiştir. Aslında belirsizlik insan hayatında en belirli olan durumdur. Yaşamın, insanın tamamen kontrolünde olduğunu varsaymak yanılsamadan ibarettir. Kısıtlı da olsa kontrol edebildiğimiz alanlar da mevcuttur ve bu alanlar bize güvenlik duygusu verir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik ihtiyaçlardan sonra ikinci sırada güvenlik ihtiyacı gelir. Korona virüs, insanlığı, en temel ihtiyaçlarının olduğu yerden etkilemiştir.

 Duygu, düşünce davranış ekseninden bakınca, duyguya verilen anlam yani düşünce ile davranış arasında sıkı bir ilişki vardır. Tehlike algısı oluşunca kaçma, savaşma, dona kalma gibi savunma ve güvenlik sağlama davranışları devreye girer. Korona günlerinde de kısıtlamalara uyma, hijyen davranışları, hastalıkla ilgili bilgi edinmek için okumalar yapma gibi davranışlar uygun davranışlardır. Ancak tehlikeyi olduğundan fazla algılama eğilimi ile oluşan yoğun kaygı duygusu, olumsuz abartılı düşüncelerle, ısrarcı endişeye sebep olup güvenlik davranışlarının abartılmasına ve elleri tahriş edecek şekilde sürekli yıkama, eve kimse girmediği halde sürekli temizlikle uğraşma, felaket senaryoları üretme ya da tehlikeyi inkar ederek hiç güvenlik önlemi almama gibi davranışlara da yol açabilmektedir.

Pandemi gibi olağanüstü durumlarda, sürecin uzun sürmesi, ekonomik ve sosyal desteğin kısıtlılığı, çağlar boyu açık hava ile ilişkisi yoğun olan insanın kapalı ortamlarda uzun süreli bulunma zorunluluğu, rutinlerin bozulması, her türlü olumsuz duyguya toleransın azlığı, içsel kaynakların yeterince kullanılamaması sonucu, psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkması ya da var olan psikolojik rahatsızlığın alevlenmesi, artması durumu oluşabilir. Bu dönemde, en çok karşılaşılan durumlar; kaygı bozuklukları, hafif veya majör depresyon, temizlik obsesyonu, çift ilişkilerinde çatışma artışı, öfke, hayal kırıklığı duygularının yönetilememesi sonucu aile içi problemlerin artması, sosyal ve ekonomik kayıplar ve yas sürecinin etkileridir.

Nasıl Daha İyi Hissedebiliriz?

  • Günlük rutinleri olabildiğince devam ettirmek güvenlik duygusunu arttırır.
  • Sosyal çevre ile olabildiğince iletişim halinde olma, duygusal destek verme ve alma olumlu duyguları pekiştirir.
  • Doğru bilgilere ulaşmak (sosyal medyadan alınan bilgilerin güvenilirliğine mutlaka dikkat ederek) güçlü hissetmeyi pekiştirir.
  • Felaket senaryoları kurmak için zaman harcamak yerine, iyi hissettiren, sevilen hobilerle vakit geçirmek pozitif katkı sağlar.
  • İnsan beyninden bir günde binlerce düşünce geçer, endişeli düşüncelere çok değer vermek ve sürekli aynı biçimde düşünmek yerine bunun sadece diğerleri gibi bir düşünce olduğunu kabul edebilmek kaygıyı yönetmek için önemli bir adımdır.

Sınav Stresi ile Başa Çıkmak

Sınav Stresi ile Başa Çıkmak

Verimli Ders Çalışma

Harcadığı çaba oranında başarı elde etmeye verimli çalışma diyebiliriz. Çok çalışan ve ezber yoluna başvuran bir öğrenci, kuru bilgi ölçen bir sınavda başarılı olabilir ancak anlayarak, yorumlayarak, muhakeme ederek, önceki bilgileriyle bağlantı kurarak çalışan bir öğrenci bir problemle karşılaşınca zihni hemen ilgili bilgi yapısına ulaşır ve problemi çözmede başarılı olur. Ezberci öğrenci, yeni durumların hafızadaki bilgilerle ilişkisini göremez.

İstek, azim ve çalışma metodu zihnin üç unsuru duygu, irade ve aklın karşılığıdır. Birbirini tamamlayan bu nitelikler öğrenmenin, hafızada tutmanın ve istenildiğinde bu bilgilerden yararlanmanın temelidir. İstek ve azimle işe yönelmiş bir insan zihni etkindir,  anlamaya yönelmiş olarak tetiktedir.

Öğrenme içeriğinin düzeyi zihnin kavrama kapasitesine göre ayarlanırsa öğrenme isteği ve azmi kendiliğinden doğar. Öğrenme içeriği bilinmeyeni bilinenlerle anlamayı engelleyecek güçlükte olmamalıdır.

Her bireyin genetik olarak verilmiş potansiyel bir kapasitesi vardır. Bu günlük dilde yetenek dediğimiz şeydir. Potansiyel kapasitenin sınırı bilinemez. Düşük başarının nedeni gerekli öğrenmelerin daha önce yapılmamış olmasıdır. Çünkü her safhadaki öğrenme daha önceki öğrenmelerle oluşan bir bilgi yapısına dayanır. Birinci olarak şalışmaksızın öğrenme olmaz.

Yeteneği Geliştiren Üç Unsur

  1. İstek ve azim;

İstemek konuya ilgi duymaktır, azim ise öğrenmeye karar vermedir. Bunlar olmazsa öğrenme can sıkıcıdır.

  • İrade;

Bir öğrenci hayatını düzene koyarsa azmettiği işi başarabilir, bunun için zamanı planlamak gerekir. Çalışma programını her öğrenci kendi bağımsız görüşüyle kendi yapmalıdır.

Bir düşünür “yapacak işin yoksa aylaklığın tadını çıkaramazsın” der.

  • Çalışma metodu;
  • Anlayabileceğiniz kitaplar seçin. (Bildiğiniz düzey sizi sıkar, bilmediğiniz ve zorlandığınızda ise anlama ümidini kaybedersiniz)
  • Bilgi düzeyi arttıkça daha yüksek düzeydeki kaynaklara geçin.
  • Tekrar edin.
  • Derse zamanında girin. (Bağlantı sağlar, kopukluk kalmaz, anlama oluşur ve uzun süreli hafızada kalmasına yarar, dersi takip etmek kişiye hakimiyet duygusu verir.)
  • Etkin şekilde ders dinleyin. (Dikkat gider ve gelir, aynı dikkat derecesinde sürekli dinlemek imkansızdır, dikkat değişiklik ister, zihin mekanizması dikkat tazeleme işini yapar, yapmazsa uyursunuz.
  • Derse aktif şekilde katılın & anlatılanlarla iletişim içinde olun.
  • Derse önceden hazırlanın. (Konuyla ilgili sorular oluşturabilirsiniz)
  • Derste öğrenilenleri tekrarlayın.
  • Dersteki ana fikri yakalayın.
  • Not tutun. (Her şeyi yazmayın, anlam veremezsiniz! Öğretici ne demek istiyor, bu anlatılanlardan çıkan fikir nedir, telgrafta nasıl konunun özü belirtiliyorsa not da kendi anlayışımıza göre bir anlam taşımalıdır.)
  • Kitap okuma düşünme hızınızı arttırır, konuları daha rahat takip edersiniz.
  • Zihninizi işletin, ezberlemeyin, anlamaya uğraşın. (Ezbercilik zihninizi köreltir. Ezberlenen bilgiler bir süre sonra aşınır, bölük pörçük olur, birbirine karışır, başka şekilde kullanamazsınız ve kaygıya yol açar )
  • Özet çıkarın. (Anladığınızı test edersiniz)
  • Unutma öğrenmeden sonra ilk 20 dakika sonra 1 saat ve 8 saatten 30 güne kadar şeklinde başlangıçta hızlı sonra daha yavaştır. (Ebbinghaus unutma eğrisi)
  • Öğrendikten sonra tekrarlar zaman içine yayılmalıdır.
  • Sınavın son gününden önce içerik tazelenmelidir.

Sınavlarda Stresle Başa Çıkabilme

Stres nedir?

Stres, kişinin baş etme yeteneğini aşan ya da zorlayan bir durum algılandığında ortaya çıkan otomatik tepkidir. Fizik biliminde; “maddenin kendi üzerine uygulanan güce gösterdiği tepki” anlamında kullanılan stres terimi; son 20 yılda fizyoloji, sosyoloji, psikoloji, psikiyatri ile diğer tıp alanlarında ve gündelik yaşamda herkesin kullandığı popüler kavramlardan biri haline gelmiştir. Stres, pek çoğumuzun bildiği gibi, bizi zorlayan, kısıtlayan ve engelleyen olaylar, durumlar karşısında verdiğimiz tepkilerin tümüdür. Stres kavramı birçok insanın düşündüğü gibi sadece üzerimizde hissettiğimiz baskı ve gerginlikle sınırlı değildir.

Sınav pek çok öğrencide psikolojik baskı yaratan bir olaydır. Çalışma gecelere taşar ve uykusuzluk da bedeni ve ruhu zayıf düşürür. Sınavın nasıl geçeceğine dair bilinmezlikle ilgili endişe yaşanır. Anksiyete yani kaygı nesnesiz korkudur. Korkuda nesne vardır, buna karşı vücut tepki verir; savaş ya da kaç gibi. Korku tehlikeyi yok etmek yada ondan kaçınmak için bir sinyal görevi görür. Anksiyete daha içsel süreçlere bağlıdır. Endişeli yani anksiyeteli öğrenci sürekli kendisi ile uğraşır, kendini eleştirir ve kendinden tatminsizlik duyar. Sınav objektif şekilde görülmez, bu kişi için adeta yetersiz olduğunu hatırlatan bir kabus olur. Oysa rahat yapıdaki öğrenciler kendilerine güvenir ve sınavı objektif güçlükleri içinde görüp ona göre hazırlık yaparlar. Dışarıdaki tehlike ile savaşmak tehlikeyi ortadan kaldırabilir ancak içerideki bunaltıyla boğuşmak tehlikeyi olduğu gibi bırakır.

Sınav öncesi, konsantrasyon zorluğu, panik reaksiyonları, sindirim sistemi bozuklukları gibi birtakım bedensel rahatsızlıklar öğrenciyi etkileyebilir. Konulara hakim olunursa endişenin yerini güven, huzursuzluğun yerini konsantrasyon alır. Öğrenmede belirsizlik kalırsa bunun psikolojik belirsizlik duygusuna ve endişeye dönüşmemesi mümkün değildir.

Teknoloji Psikolojimizi Nasıl Etkiliyor?

Teknoloji Psikolojimizi Nasıl Etkiliyor?

Teknoloji,  Türk Dil Kurumu’nun 2005 basımlı sözlüğünde şöyle açıklanmıştır; bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve yöntemlerini kapsayan bilgi. İnsanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirdiği aletler ve yöntemler  kısa bir zaman önce büyük değişikliklere uğradı. İnsan her ne kadar uyum sağlama özelliği ile ortaya çıksada her yenilik homeostasis ( yaşam için en uygun koşulları sağlamak adına biyolojik sistemin kendini düzenleme süreci)  oluşturma süreci demek. Ancak her yeni ürünün, insanlar tarafından benimsendiğini ,insan hayatında birebir uygulama alanı bulduğunu söyleyemeyiz.

Günümüzde kimse teknolojinin konfor sunduğunu inkar edemez. Ne kadar çok teknolojik ürün kullandığımızı bir düşünelim, bundan  30 yıl önce elektronik eşyalar ne kadar az kullanılıyordu, günümüzde ise elektrikler kesilince dünya durmuş gibi hissediyoruz.Yeni kitle iletişim araçları ile negatif etkiler de görülmeye başlanmıştır. Teknoloji nin gelişim amacı,  biz insanlara zaman kazandırmak, işlerimiz kolaylaştırmak, bizi güvende hissettirmek diye düşünürüz, ancak  ,tüm zamanımızı alan bilgisayar oyunları, sürekli telefonla konuşma, özellikle gençler arasında konuşmadan daha çok mesajlaşma ile vakit geçirilmesi, sosyal paylaşım sitelerinde paylaşımda bulunmaktan yüz yüze paylaşımın azalması noktasındayız. Neden bundan bir süre önce cep telefonu olarak adlandırdığımız bir ürün var olmamışken şu an onlarsız yapamıyoruz? ). Bunun cevabı çok kapsamlı. Özellikle endüstri toplumu olmak, çalışma saatlerinin uzunluğu, tüketimin üretimle paralel gidememesi .

 Son dönemde ‘Disconnetivity  Anxiety ‘  adlı bir durumdan bile bahsediliyor. Bu durumda kişi 7/24 bağlantıda olmak istiyor, olamadığında 1 )inkar  ( bu bana olamaz!) 2 )kızgınlık ( bunun sorumlusu kimse ödetirim) 3)pazarlık aşaması ( eğer intenete tekrar bağlanırsam bir daha … yapmayacağıma söz) 4 Üzüntü  ve en son  5) kabullenme ( belkide ara vermem iyi oldu) süreçlerini yaşıyormuş.

 Maslow’ un ihtiyaçlar hiyerarşisinde, insanın belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamasıyla daha üst kategorideki ihtiyaçları karşılamasına yönelmesinden bahsedilir. İlk başamak fizyolojik ihtiyaçlardır ( yemek,su,boşaltım…v.b), bundan sonra güvenlik ihtiyacı gelir, daha sonra ait olma, sevgi,bağlılık ve  daha sonra saygınlık( kendine ve başkalarına güven, başarı) ve en son kendini gerçekleştirme gereksinimi ( yaratıcılık, problem çözme,erdem…v.b). İlk iki basamaktan sonraki basamaklarda ilişkinin önemi oldukça büyüktür. İnsan doğduğu andan itibaren önce annesine bağımlı çocuklukta ailesi ile var olan ,ergenlikte arkadaşlarına bağlanan ve yetişkinlikte yine duygusal olarak bir yetişkine bağlanan bir yapıdadır. Doğduğumuz andan itibaren ilişki kaçınılmazdır, sosyal varlık olmanın gerçeği budur.  Endüstri toplumu olmayla beraber ,çalışma şartları ve süresi, ekonomik koşullar, kendimize ait zamanının tüketim zamanı olarak yaşanması  ilişkinin şeklini ve içeriğini değiştirmiştir. Daha az zaman var ancak yine bağ kurma ilişkide olma ihtiyacı da var. Jan Kotliar, bilgisayar ve internet gibi teknolojilerin modernliğin sıkıntıları olmadığını, aksine büyük sosyoekonomik güçlerin araçları olduğunu iddia etmektedir.Kotliar’a göre (1999), insanların topluma ve komşularına yabancılaşmaları ,bilgi ağları kurulmadan önce gerçekleşmiştir. Şehirleşme,sanayileşme ve televizyonun toplum üzerindekim etkileri bilgisayardan daha fecidir.  Baran’a göre(1995) ise çocuklar kişisel bilgisayarlardan ilginç bir çok şeyi öğrenirken diğerleriyle nasıl ilişki kuracaklarını yani sosyalleşmeyi öğrenememektedirler.

İletişim teknolojilerinin gelişmesi ile sosyal rahatsızlıklar da görülmeye başlanmıştır. Örneğin telefonun aileyle, arkadaşlarla görüşmek için, iş yaşamında haberleşme için ve acil durumlarda yardım çağırmak için yararlı bir buluş olduğu bilinmektedir, ancak zamanla telefon kullanımın artmasıyla ziyaretler ve yüz yüze görüşmeler azalmıştır. Televizyonun toplum üzerindeki etkileri oldukça fazladır. İnsanlar bir süre sonra dışarıda çeşitli aktivitelere katılmak yerine evde kalıp televizyon seyretmeye yönelmiştir. Ancak internet kullanımı kadar, kısa zamanda büyüyen teknoloji ,insan tarihinde yok gibidir. Bütün dünyaya ulaşmak ve interaktif olmak bunu tetikler gibi görünmektedir. Tıpkı telefon ve televizyon gibi internetin de yan etkileri vardır. Özellikle sanal gerçeklik yaratmak, çocukların denetimsiz bilgilere erişmesi, bilgilerin çalınması, sanal hırsızlık v.b özellikle gerçek yaşamdaki zorluklardan kaçmak isteme kolay ve rahat sosyalleşme etkili görünmektedir. Bunlar ilk zamanlar anlaşılmasa bile  90’larda araştırmacılar bu konulara yönelmiştir. Amerika’da 2004 yılında yapılan bir çalışmaya göre internet kullanımı ile geleneksel iletişim araçlarının  daha az kullanılmaya başlandığı görülmüştür (günde 3 saat internet, yarım saat TV izleme).

Kraut ve arkadaşlarının 1998’de yaptığı araştırmaya göre internet kullanımı yalnızlık ve depresyona sebep olmaktadır, ancak sonraları sadece internet kullanımın buna yol açmadığı ne kadar kullanıldığının önemli olduğu keşfedilmiştir. Süre uzadıkça depresyon ve yalnızlık artmaktadır. İnternetin dengeli kullanımının önemi vurgulanmaktadır.  2001 yılında Amerika’da yapılan bir çalışmada gelişmiş bir benliği olan kişilerin ( self efficacy) internet kullanımında daha az depresyon ve yalnızlık yaşadıkları bulunmuştur. Buradan da görüleceği gibi çocuklar ve gençlerin gelişme çağında olmasından dolayı kontrollü ve aile ile birlikte kullanımı önem taşımaktadır. Bu çağda yeniliklere oldukça kolay adapte olan bu gurubu teknolojiden tamamen mahrum bırakmak düşünülemez bu sebeple ailelerin internet kullanımını öğrenmeleri önem kazanmaktadır.  Amerika’da üniversite öğrencileri arasında 1997 de yapılan bir çalışmada ise internet kullanıcıları internetle beraber aile ve arkadaşları ile daha fazla görüştüklerini belirtmişlerdir. Bu çalışmayı 2004 deki başka bir çalışma doğrular gibidir. Bu çalışmada ise internet kullanıcılarının %20 ‘sinin yeni arkadaşlıklar kurduğu, %80 ‘inin daha önceki arkadaşları ve ailesi ile görüştükleri belirlenmiştir.

Türkiye istatistik kurumu bilgilerine göre (2001),Türkiye’de internete erişim imkanı olan hane oranı %42, 9 ‘a yükselmiştir. Son üç ay için de bireylerin yaş grubuna göre internet kullanımına bakıldığında 16-24 yaş arası grubun % 65,8 ile önde geldiği görülmektedir. Yine son üç ay içerisinde 16-74 yaş arası çevirim içi haber, dergi, gazete okuma amaçlı kullanımı % 72,2 , sağlıkla ilgili bilgi arama %54,1 ve internet üzerindeki gruplara katılma %50,8 ile en çok kullanım amacı olarak görülmektedir.  Avusturalya’da yapılan bir çalışmada (2000)  5-14 yaş aralığındaki 2000 çocuğun %95 ‘inin okulda ve okul dışında bilgisayar  kullandığı  bildirilmiştir. 2001 deki bir çalışma bilgisayar kullanımının, motivasyon, eleştirel düşünme, yazı yazma , matematiği öğrenmenin bilgisayarda oyun oynamayla artarak  yer değiştirdiğini belirtmiştir.  Yapılan bir çalışmada (2002), yetişkin kullanıcılarının %50’si kas dokusu ve iskelet sistemi ile ilgili rahatsızlıklar bildirmişlerdir, yine aynı tarihte başka bir çalışmaya göre günde iki saatten fazla bilgisayar kullanımı kas ve iskelet sistemi bozukluklarının artmasında etkili olduğunu bildirmiştir. Amerika’daki bir  çalışmada (2003) gençlerin internet kullanımı sırasında sadece %38’inin ebeveyninin bağlantı aktivitesini izlediklerini belirtmiştir. Burada gençler, yetişkinlerin kaba ve zararlı iletişimine maruz kalabilmektedirler , gençleri  agresyondan korumak adına yetişkinlerin  aktivitelerini izlemeleri önem kazanmaktadır. Amerikan Pediatri Komitesi 1999 yılında çocukları medyanın zararlarından koruma amaçlı bir kılavuz yayınlamıştır. Buna göre 2 yaş altı çocuklara televizyonun yasaklanması, çocukların odasına aktivitelerini incelemek amaçlı kayıt cihazı  yerleştirilmesi, televizyonun bekleme odası gibi bir yere yerleştirilmesi ve eğitici metaryallerin sağlanmasını ve okumanın sağlanmasını önermişlerdir.

Her teknolojik ürünün yararı olduğu gibi zararları da vardır, çalışmalar ilerledikçe farklı sonuçlar çıkmaya devam edecektir. Ancak düşünmemiz gereken en önemli nokta teknolojiyi kullanırken ondan yararlanmak mı yoksa onu hayatımızın merkezi haline getirip diğer özelliklerimizden ve aktivitelerimizden uzaklaşmak mı? Kullandığınız nesneler sizi kullanmaya başladığı noktada problemlerin de başlaması kaçınılmazdır.

Empati

Empati

Empati yani eş duyum, hissedebilme, anlayabilme anlamında kullanılmaktadır. Çok yakın ya da çok uzak olmak empatiyi zorlaştırabilir. İçe alma ve reddetme durumlarında empatik süreçte olunamaz. Bu kızgınlığı ve hesaplaşmayı arttırabilir. Empati objektif bir farkında oluştur. Diğer kişinin duyguları hissedişleri üzerinde hissedişe sahip olmadır. Burada bir başkası için hissediş vardır.

Dinleme empatinin en önemli kuralıdır, dinlemek ve anlamak ya da anlamaya çalışmak ve hissetmek. Ancak daha ötesi empati gibi algılansa da değildir. Daha ötesi başkalarına müdahale etme, kontrol etme, kendi doğrusunu empoze etme gibi durumlardır. Bu durumların ise empati ile yakından uzaktan ilişkisi yoktur. Bu manipülasyon halini almıştır. Mükemmeliyetçi kişilikte en çok bu görülür. Başkalarına yardım ettiğini düşünürler ancak empati yardım yönlendirme içermez aslında.

 Başkalarına empati yaptığını düşünen ancak aslında kendinden çok başkalarını düşünen ve ön planda tutan kendi isteklerini gizleyip saklayıp hep uyum adına kendilerini feda eden kişiler vardır. Bu empatik olmak değildir.  Onların derdini dert edinen ve çözümler bulmaya çalışan aslında kendi sorumluluğunu az alıp başkalarına karşı çok sorumlu hisseden yapılar, en çok kendine güven duygusu ile problemi olan kişilerdir.

Doğuştan gelen bir özellik olduğu düşünülür, geliştirilebilir veya yok olabilir. Kişi empati yapamıyorsa sosyal ilişkilerde başarısız olma ihtimali yüksektir. Aynı zamanda kendini karşısındakinin yerine koyamama durumu anti sosyal kişiliklerde, borderline ve narsisistik kişiliklerde vardır. Bu kişilikler sadece kendini ve kendi yararlarını düşünür, başkalarının duygularını anlama gibi bir yetileri yoktur.

Empati kendimizi ve başkalarını anlamamıza yarar. Böylece sınırlar belli olur ve empati arttıkça toplumsal huzur artar.

Sosyal Fobi

Sosyal Fobi

Sosyal fobi, sosyal ortamlarda ,özellikle performans gerektiren durumlarda kişinin aşağılanıp utandırılacağı korkusunu duyması durumudur.Daha hafif durumlar kişinin korku uyandıran ortamdan uzaklaşmasıdır. Daha ağır vakalarda ise sosyal yalnızlık ve izolasyon görülür. Bu durum kişilik özelliği gibi algılanmaktadır ancak yaygın anksiyete bozukluğunun bir formudur. Başkalarının önünde gülünç duruma düşme sosyal fobisi olan kişilerin en temel korkusudur.


Başlama yaşı nedir?

Çocuklukta da sosyal fobi gelişebilir ancak burada tanı koyarken çocuğun yaşına uygun toplumsal ilişkilerinde anksiyetenin varlığı önemlidir.Sosyal fobinin başlama yaşı 10 yaşın altındadır. Ayrıca sadece yetişkinlerle iletişimde değil kendi yaşıtları ile ilişkide de ortaya çıkmalıdır. Çocuklarda anksiyete ağlama,huysuzluk gösterme,donakalma ya da tanıdık olmayan toplumsal durumlardan uzak durma olarak dışa vurulabilir. Önemli bir diğer kriterde kaçınma davranışının olmasıdır.
Bu sorunun çocukta başlamasının altında yatan sebepler neler olabilir?

Kendler’e göre 1/3 genetik faktörler,2/3 çevresel faktörler etkilidir. Bebekte yabancılara karşı korku 4-9 aylar civarında başlar 2 yaşa doğru son bulur. Bu beklenen bir süreçtir. Eğer utangaçlık ve çekingenlik durumu  çocuğun günlük yaşantısını etkiliyor, yapması gereken davranışları yapmasını engelliyor, arkadaşları ile iletişimden uzaklaştırıyor, kaçınma davranışı gelişimini sekteye uğratacak düzeye geliyorsa sosyal fobiden bahsetmek uygun olmaktadır. Çocukların rol modeli öncelikle anne ve babasıdır. Anne ve baba da utangaçlık durumu varsa çocuk da ilişki kurma şeklini aile vasıtasıyla edindiğinden utangaç şekilde davranma  ihtimali artar. Yani aile sisteminden bunu öğrenmiş olur. Özellikle 0-1 yaş döneminde ebeveyni ile sağlıklı bağlılık paterni oluşmamış çocuklarda utangaçlık daha sık görülebilir. 1-3 yaş arası özerklik dönemidir, bu dönemde çocuğa iktidar hazzı verilmezse çocuk bağımlı bir yapı geliştirebilir ve pasif, fazla  uyumlu ve özerk olmayan bir yapı oluşabilir. Özellikle 3-6 yaş arası merak ve girişimcilik dönemidir. Bu dönemde çocuk eleştirilir ve bastırılırsa utanç duygusu gelişir. Özellikle ilk yıllarda sosyal ortama fazla alıştırılmayan çocuklarda diğer insanlarla iletişime geçişte problemler yaşanabilir. 6-12 yaş sosyalleşme dönemidir. Okul çağı ile rollere uyum da söz konusu olur. Özellikle çocuğun ebeveyn,arkadaşlar,öğretmen tarafından olumsuz şekilde  eleştirilmesi, kendi özelliklerinden fazla beklenti sahibi olunması başarı ve başarısızlığın fazla ön plana çıkarılması çocukta performans göstereceği zaman beğenilmeme endişesi yaratabilir. En önemli nokta ebeveynin ,çocuğa hiçbir dönemde  soğuk ve reddedici davranmamasıdır. Bu tip davranışlar sosyal korkulara ve kaçınmaya sebep olabilir.

Genetik etkisi var mı?

Yapılan aile ve ikiz çalışmalarında  tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine göre daha anlamlı olarak sosyal fobi saptanmıştır.

Fizyolojik sebepleri nelerdir?

Bu hastalarda korkulan duruma verdikleri abartılı otonomik yanıt dışında santral ya da periferik farklılık yoktur. Sosyal fobinin fizikobiyolojik farkları henüz bilinmemektedir.

Belirtileri nelerdir?

Korku uyandıran uyaranlarla karşılaşan çocuklar yaşadıkları sıkıntıyı tam olarak adlandıramayabilirler. Bu nedenle çeşitli dışavurumlarla sıkıntı yaşadıklarını bizlere hissettirirler. Anksiyete, ağlama, huzursuzluk gösterme, donakalma, anneye, babaya ya da güven duydukları herhangi birine sıkıca sarılma çocukların gösterdiği davranışlardan bazılarıdır. Herhangi bir hastalıktan, medikal ilacın yan etkilerinden şüphelenmediğiniz ve şikayetlerin 6 aydan fazla sürdüğü durumlarda çocuğunuzun sosyal fobi yaşıyor olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Fizyolojik belirtiler ise; kalp atım hızının artması, solunumun hızlanması,ellerde titreme,terleme,kızarma, mide bulantısı, uykuya dalış süresinin uzaması olabilir.

Tedavisi nasıldır, ilaç gerektirir mi?

Sosyal fobinin etkili farmakolojik ve psikolojik tedavisi vardır.  Tedavi şekli kararlaştırılırken hastanın kişisel özellikleri dikkate alınır. Hasta korktuğu sosyal aktiviteleri yapması için cesaretlendirilir ,maruz bırakma terapisi uygulanabilir. Çocuklarda oyun ile beraber konu üzerinde hakimiyet kazandırılmaya çalışılır. Anne ve babaya davranış özellikleri tavsiyeleri verilir.

Sosyal fobi ile doğan sorunlar nelerdir?

Sosyal fobi yaşayan hastaların bununla birlikte başka bir takım rahatsızlıklar göstermeleri mümkündür. Herhangi bir nesne ya da obje fobisi, panik atak, obsesif kompulsif bozukluk, agorafobi,major depresyon, aşırı alkol ya da madde kullanımı ve bağımlılık bunlardan bazılarıdır. Sosyal fobisi olan kişilerde kekemelik görülebilir, ayrıca kekemelikle beraber sosyal fobi pekişir ve kısır döngü oluşma ihtimali vardır.

Ebeveynler de çocuklarında sosyal fobi oluşmasına neden olur mu? Onlara ne gibi önerilerde bulunulabilir?

Sosyal fobi 10 yaşın altında başlar. Sosyal fobinin temeli çocukluk yıllarına dayanır diyebiliriz.Özellikle 1-3 yaş arası çocuğun özerklik dönemidir. Bu dönemde çocuklar bağımsızlık ihtiyacı duyarlar, kendi kendilerine bir şeyleri başarabilme ve bunu ebeveynlerine de gösterme davranışları sergilerler. Bu dönemde cezalandırılan, onaylanmayan, aşırı derecede korunan ve baskı ile yetişen çocuklarda özerklik duygusu yerine utanç duygusu gelişir. Bu duygu tekrarlarla yerleştikçe bir kişilik özelliği halini alabilir. Utanç duygusu ile hareket eden çocuk hakkını arayamaz, bunu yapamadığı noktada da suçluluk duygusu gelişir. 1-3 yaş arası çocuklara cezalandırıcı veya aşırı koruyucu şekilde davranmamak önemlidir. Özellikle çocuğun potansiyeline ve isteklerine göre hareket etmek, güvenliğini tehlikeye atmayacak şekilde nesnelerle oynamasına müsaade etmek, kendini ve özerkliğini oluşturabilmesi adına çocuğa gerekli saygıyı göstermek önemlidir.

 Çekingenlik veya utangaçlığı sosyal fobi olarak adlandırabilir miyiz, arasındaki fark nedir?

Utangaçlık ve çekingenliğin bir kısmı öğrenilen özelliktedir bir kısmı da genetik özelliktedir. Yani, çocuğun  aile çevresi ve kültürel normlar diğer çevrelere göre kişinin daha utangaç görülmesine yol açabilir. Ya da çekingen olma toplumda onaylanan beğenilen bir davranış tarzı olabilir. Kültür bu davranışı etkiler niteliktedir. Aynı zamanda anne ve babanın da utangaç olması çocuğu bu davranış tarzına yöneltebilir.  Utangaç ve çekingen çocuklar  sosyal paylaşım göstermeleri gereken durumda rahat olamazlar, ancak sosyal fobik olan çocuklar bu durumlardan kaçınmayı, böyle bir durumla karşılaşmayı engellemeyi tercih ederler. Sosyal fobik olan çocuklar sosyal hayatlarında yaşadıkları bu engellemelerden dolayı günlük hayatta oldukça sıkıntı yaşayabilirler. Utangaç ve çekingen çocukların günlük hayatları ve işlevsellikleri sosyal fobik çocuklar gibi anlamlı şekilde etkilenmez. Ayrıca utangaç ve çekingen olan çocuklar daha çok yetişkinlerle ilişkilerinde bu özelliklerini daha çok belli ederler. Sosyal fobik çocuk ise kendi akranlarıyla olan ilişkilerinde de kaçıngan davranırlar.

Sosyal fobi okul dönemindeki çocuğu ve okul başarısını nasıl etkiler?

Utangaçlık duygusu çocuğun hareketlerini kısıtlar.Cezalandırılma korkusu yaşayan çocuk öğrenmeye araştırmaya,keşfetmeye yönelmez. Sunulanları kabul eder, yeni deneyimler ve başlangıçlar konusunda tedirgin olur. Bu şekilde yaşayan çocuk girişimci ve bağımsız hareket edemez. Çocuk sürekli denetlendiğini, kontrol edildiğini düşündüğünden ve ya cezalandıralacağını,aşağılanacağını düşündüğünden haraketsiz bir yapıya bürünebilir  ve başkalarının ne düşüneceğine odaklandığından yaptığı faaliyete gerektiği gibi odaklanamaz. Sosyal fobisi olan çocuk bildiği halde öğretmeninin sorduğu soruya cevap veremez, sınıfta yüksek sesle bir şey okumadan kaçınır, bir tartışmada kendi fikrini belirtemez, yetişkinlerle konuşurken oldukça zorlanır, tahtaya yazı yazma ve ya problem çözme gibi faaliyetlerde zorlanır, sınavlarda çalıştığı ve konuya hakim olduğu halde heyecanlanır ve performansından düşük not alabilir, diğer çocuklarla oyun oynama ve beraber faaliyette bulunmada zorlanır, tuvaletleri kullanmada sıkıntı çekebilir, başkalarının önünde yemek yemekten çekinebilir, fotoğraf çektirme konusunda isteksiz olabilir, telefonda bile zorlandığı için  konuşmayı istemeyebilir. Özellikle konuyu anlamadığında öğretmenine sormaktan veya arkadaşından yardım istemekten çekinir, Konuşurken  fazla göz kontağı kurmayabilirler. Sanatsal ve ya sportif bir faaliyete katılmayı red edebilirler. Bütün bu kaçınma davranışları var olan  potansiyellerinden düşük değerlendirilmelerine sebep olabilir. 

Özgül Fobi

Özgül fobi, kişinin belirli objeler veya durumlar karşısında bunların zararsız olduğunu bilmesine rağmen korku duymasıdır. Kişi fobiye yol açan uyaran ile her karşılaşmasında düzenli olarak yoğun bir korku hisseder. Özgül fobilerin içinde başlıca hayvanlar,yükseklik,fırtına karanlık,kapalı mekanlar,uçak ,diş hekimi, veya kan görme yer alabilir. Fobiye yol açan uyaran ortada yoksa genellikle korku ortaya çıkmaz . Bu yüzden dir ki fobiye yol açan uyarandan kaçınma davranışı görülür.

Neden

Belirli bir takım çocukluk çağı fobileri normal gelişimin bir parçası olarak görülür. Kognitif gelişim ilerledikçe çocuk önce anneden ayrı kaldığında ve ya yabancılarla karşılaştığında sonraları ise sosyal durumlardan korkmaktadır.Tüm bunlar koruyucu tepkiler olarak değerlendirilmelidir.

Freud fobilerin uyaranlardan değil,bastırma yolu ile bilinç dışına itilmiş ve yer değiştirme yoluyla fobik objelere yüklenmiş gizli anksiyete kayanaklarına bağlı olduğunu belirtir. Çocuklar model alma yolu ile başkasının korktuğu objelerden korkabilirler.

Görülme sıklığı

Kızların erkeklere oranla daha fazla korkulara sahip oldukları saptanmıştır. Fobilerin yaygınlığı %3-%7  arasında değişir. Yetişkinlerde en az 6 ay süreli basit fobilerin yaygınlığı %4-%7 arasındadır.

Tedavi

En önemli yöntem motivasyondur.Motive olmuş bireyi, güvenli bir çevrede korkuya yol açan uyarana veya duruma gittikçe artan bir dozda maruz kalma konusunda cesaretlendirmek bile tedavi için yeterli olabilmektedir.

Panik bozukluğu

Bu bozukluğun temel özelliği nefes alma güçlüğü,çarpıntı ,baş dönmesi gibi bedensel belirtiler ile karakterize ani korku dönemleri şeklinde ortaya çıkan yineleyici ve beklenmeyen panik ataklarıdır. Panik ataklarında sempatik ve parasempatik uyarılmaya ait bedensel belirtiler birkaç dakika içinde hızla ortaya çıkarak kişiye genellikle ölüm korkusu yaşatmaktadır.

Neden

Biyolojik faktörler kısa bir süredir ilgi çekse de çevresel faktörlerin önemli olduğu görülmüştür. Çogul model kişilik gelişiminde genetik olarak geçen bağımlılık,utangaçlık ve risk almaktan kaçınan bir yapının varlığını kabul eder. Anne baba arasındaki ilişkiler, ebeveyn davranışları,emosyonel bağımlılık panik bozukluğun çıkmasında etken olabilir. Aynı zamanda taklit etme de etkili olabilir.

Görülme sıklığı

Panik bozukluk 15-24 yaşları arasında daha sık görülür. İkiz çalışmalar genetik faktörlerin panik bozuklukta önemli rol oynadığını göstermiştir.Yaşam boyu panik atak görülme olasılığı %2 olarak saptanmıştır. Ebeveyn ölümüyle hem panik atak hem de agorafobi arasında bağlantı olduğu bulunmuştur.

Tedavi

Farmakolojik tedavi ve terapi ile panik atak ortadan kaldırılabilir.

Agorafobi

Yalnız başına kalmaktan,yalnız sokağa çıkmaktan,kalabalık yerlere girmekten korkmaya verilen isimdir.Panik bozukluğuna bağlı olmayan agorafobi nadirdir. Çoğu agorafobinin temelinde panik nöbetleri geçirme korkusu yatar.

Neden

Fobilerin temelindeki nedenler geçerlidir.

Görülme sıklığı

Agorafobi kadınlarda daha sıktır. Genellikle panik bozuklukla beraber görülür.

Tedavi

Farmakolojik tedavi ve terapi etkilidir.

Psikolojik vs Gerçek Açlık

Psikolojik vs Gerçek Açlık

Yemek yemek insanların en temel ihtiyaçlarındandır. Ancak  içsel ve dışşal uyaranlar her insanda farklı etki yaratarak yeme davranışımızı etkiler. En önemlisi de aileden öğrenilmiş bir patern olmasıdır. Doğumla beraber beslenme  bebeğin  fiziksel ihtiyacını karşılamakla beraber duygusal bir ilişki de  içermektedir. Böylece beslenmenin duygusal özelliği de doğumdan ölüme başlamış olmaktadır.

Beslenme, yaşamak için bir zorunluluk ancak duygu ile birleştiğinde üzülünce ,sevinince, kızınca ve pek çok duyguda yemeğe sarılma ya da yemekten sürekli kaçınma  davranışı geliştirme ve sonrasında aşırı pişmanlık ve kendimizden nefret etmeye kadar giden bir süreç olabiliyor. Benlik olumsuz etkileniyor bu durumda .Sonra kilo ile ilgili çevresel baskı, medya etkisi, olumsuz etkilenen benliği daha da güvensiz hale getirebiliyor. Bir de üzerine sık sık başlanan ve sonuç alınamayan diyetleri de eklersek bedensel kaygılarla başlayan yeme- yememe durumu daha sonrasında kişinin kendini yiyerek ya da yemeyerek ifade etmesine kadar gidebiliyor.

Yemek yemek haz verdiğinden stres anlarında buna alışan kişi yemekle stresi yatıştırmaya çalışabiliyor, aslında sorun ortada çözümsüz dururken bir de üzerine fazla kilolar eklenebiliyor.  Yemek bazen hissetmek istemediğimiz durumlarda ,acıdan kaçmak için kullanılan bir anestezi haline gelebiliyor.

İşte bu durumlarda, duygusal psikolojik destek ;sağlıklı, kalıcı, doğal bir benliğin varlığını oluşturmak ve yemeğin kişiyi kontrol etmesinden ziyade kişinin yemek ile ilgili kontrol sağlaması aşamasında karşılaşılan engelleri aşmak adına önem taşır.

Yeme bozukluğu kişinin bedeni,ne yediği, kilosu aldığı kalori ile ilgili takıntılarının olması, sürekli yeme biçiminin kişinin hayatını aldığı kararları etkilemesi ile karakterizedir. Bozuk yeme ise ara sıra kendi normal rutinin dışına çıkıp canı sıkılınca,sosyal ortam gereği, yemek gibi ya da üzülünce o gün için fazla yemek yememek gibi bir durumdur.  Yeme bozuklukları içinde anoreksiya nervoza, bulimia nervoza, aşırı tıkınırcasına yeme,gece yeme, yeme bağımlılığını sayabiliriz.

Normal açlık dediğimiz şey aslında kişinin bir öğün yedikten 3-4 saat  sonra fizyolojik olarak hissettiği açlıktır. Yeme bozukluğu olan kişiler neredeyse hiç fizyolojik açlığı hissedemezler.Bu bize zaten yemekle ilgili duygusal problem yaşandığını gösteren bir durumdur. Aslında yemek yemek yerine o anda ne yapılmak istendiği takip edildiğinde duygusal ihtiyaçlara ulaşılır ve kişi yemek yiyerek rahatlamaya kaçmak yerine problem çözmeye odaklanabilir.

Yeme bozukluklarında yemek yemek kişinin tüm hayatını şekillendirir. Kişi bunu fark etmeye başladığı anda aslında çok önemli bir adım atmış olur. Problem olduğunu görmek ve tanımını yapmak neredeyse yolun yarısıdır çünkü kişiyi değişime doğru motive eder. Ancak kişinin kafasında ki yemekle ilgili bazı mitlere ulaşmak gerekir. Mesela kişi ‘sevdiğim bir şeyi yemeğe başlarsam kendimi durduramam, bugün çikolata yedim tüm diyet programım bozuldu, yemek tek zevkim ,zayıflar daha mutludur ,kilo almak çok korkunçtur ‘ gibi düşüncelere sahipse bunları bulup değiştirmek önemlidir. Kilo vermek , kiloyu korumak sağlıklı beslenme alışkanlığı edinmek bir dönemlik bir iş değildir. Yaşam şeklini değiştirmek gerekir ancak bunun için de kişinin istekli olması en önemli koşuldur.

Yalnızlık Psikolojisi

Yalnızlık Psikolojisi

Yalnızlık,14 şubat, İlişki

Senle beraber olsak da sevgilim
Ayrılsakta, ölsek de bu yolda
Ömür boyu bağlansak da
Sevinsekte üzülsek de
Yalnızlık ömür boyu

Senle beraber olsakta sevgilim
Hiç görmesek birbirimizi, özlesek
Hep yalnızlık yavrum
Yalnızlık ömür boyu

Birden sen gelsen aklıma
Seni unutsam bazı bazı
Meraklansam gizlice,
Delice kıskansam seni

Hep yalnızlık var sonunda
Yalnızlık ömür boyu,
Hep yalnızlık var sonunda
Yalnızlık ömür boyu

Yalnızlığın tanımı çok çeşitlidir: yalnızlık, öznel ve nesnel tanımlanabilir. Bu yüzden de karmaşık bir konudur. Nilsson ve arkadaşları: yalnızlığın, kişisel ve üzücü negatif deneyimlerle, psikolojik güvenlik ihtiyacı temeline dayanan insan ilişkilerinden çekilme/uzaklaşma olarak tarif etmişledir, ancak nesnel sosyal izolasyon ile aynı anlamda olmadığını ve insanların kalabalıkta yalnız hissedebileceklerini ya da yalnız olmasına rağmen yalnız hissetmeyenlerin varlığını belirtmişlerdir.

Yalom 3 çeşit yalnızlık tarifi yapmıştır: kişiler arası ya da toplumsal yalnızlık, bölge şartları, kişilik özellikleri ve sosyal tecrübesizliğe bağlı olandır.

Kişisel ya da psikolojik yalnızlık: derinlerdeki kendilik parçalarının birbirleri ile ilişki kuramamasıdır.

Varoluşşal yalnızlık ise dünyadan ayrılmak gibidir,hiçlikle yüzleşmek ve kendi özgürlüğü ile tanışmaktır.

Gotesky 4 çeşit yalnızlık tarif etmiştir;

1) fiziksel olarak diğerlerinden ayrı olma

2) yalnız hissetme, yabancılaşma,

3) kişisel deneyimleri sonucu kendisini yabancı hissetme,

4) düşünme ya da yaratıcılık amaçlı yalnızlığı isteme, tercih etmek.

Bazı varoluşçu felsefeciler insan bilincindeki temel yapının yalnızlık olduğunu belirtirler. Ancak İnsan doğası gereği sosyal bir varlıktır, zaman zaman yalnız kalma isteği görülse de kronik yalnızlık psikolojik problemler getirebilir. O. Rank, insanın her zaman anne karnındaki rahatlığı, ilk hazzı aradığını ve anneden ilk ayrılışla beraber yaşadığı yalnızlık kaygısını sürekli bilinçaltında taşıdığını belirtir. Rank’ a göre, kaygılarımızın kaynağı olan yalnızlık, doğumdan itibaren bizi huzursuz eder. Hayatı anlamlandırmada, değer vermede yaşanılan ilişkilerin kalitesi önem taşır.

Ancak yalnızlığı olumsuz olarak etiketlemek doğru değildir, bazen insanın kendini ve dünyayı anlaması, tanıması, başkalarını tanıması için bir zemin oluşturabilir, ayrıca yaratıcılık ile de ilişkisi vardır; yaratmada farklı nesneler ile ilişki kurulup bir anlam ve anlatım sağlanır. Yalnızlık yaşantılarına verilen anlama göre onun olumsuz veya olumlu algılanması söz konusu olabilmektedir. Doğu toplumlarında yalnızlık,acı, terkedilmişlik, kimsesizlik, mutsuzluğu çağrıştırırken, batı toplumlarında bireyselliği çağrıştırabilir. Fakat yalnızlık sosyal ilişkilerdeki tecrübesizlik ve başarısızlık sonucu beklentilerin gerçekleşmemesi ve duygusal bir boşluk oluşması şeklinde de hissedilebilir.

Doğumdan itibaren ilişki kuran insan, çeşitli yaşlarda farklı kişilerle ilişki kurmaya başlar. İlk önce bebek anne ile yakın ilişki içindedir, sonra sisteme baba girer ve bebeklikten çıkınca anne, baba ve akrabalar, aile kavramı ön plandadır. Ergenlikle beraber arkadaşlar ve flörtler ön plana çıkar, ve yetişkinlikle beraber beklenen,  bir sevgi nesnesi ile derin ve anlamlı bir  ilişki kurabilmektir.

Bir antropologun yaptığı araştırmada yaş, cinsiyet, cinsel yönelim, dini inanç ve etnik grup fark etmeksizin aşık olan insanların partnerleri ile ilgi sorulara benzer cevaplar verdiği belirtilmiştir. Yani yeryüzündeki insanlar aşkla ilgili aynı süreci yaşıyorlar diyebiliriz. Bu yüzden de evrensel bir dil aşk şarkıları, şiirleri ve filmleri… Aşk kimileri için inanılmaz bir mutluluk, kimileri için tam bir acı kaynağı , peki nasıl oluyor da herkese dair olan bir şey bu kadar farklı anlamlandırılabiliyor?

Duygularımızı düşüncelerimiz şekillendiriyor diyebiliriz. Yaşadığımız olaylara, geçmiş deneyimlerimizle, aileden öğrendiğimiz ilişki kalıpları ile, bizzat tecrübe etmesek de okuduklarımız, gördüklerimiz, karşılaştıklarımızı sentezleyerek tepki veriyoruz. Aşk bir yaşantıdır, ve bu yaşantıya verilen anlam kişiye göre değişir. Eğer verdiğiniz anlamlar  olumsuzsa sürece değil, sonuca dair düşünmeniz ön plandaysa  sevgili ile ilgili her şey size olumsuzduygular çağrıştıracaktır. Yalnızlık acı, aşk acı, her şey acı… Böyle düşünüyorsanız baktığınız gözlüğü değiştirmek gerekir.

14 Şubat olarak belirlenmiş sevgililer gününde yalnızlar bu günü nasıl geçirsin gibi bir soruya verilecek cevap; MFÖ’nün şarkısında söylediği gibi, doğumdan itibaren  yalnızlığın ömür boyu olduğunu kabul etmek  ve içimizdeki ve dışımızdaki nesnelerle kurulan anlamlı ilişkilerle  yaşamın bir değer, mana kazandığı olabilir. Bu nedenle sevgililer gününde yalnız olmak önemli değildir, diğer zamanlarda sevgili ile ve herkes ile kurduğumuz ilişkilerin nasıl olduğu önemlidir. Sevgililer gününde ve diğer günlerde  partneri olmayanlar anlamlı ve derin ilişkiler kurmak (bulmak değil) için nasıl düşünmeli ve davranmalıyım hakkında düşünebilirler. Aşk doğuştan hormonlarla olan bir şeydir: ilişkiler yatırım gerektirir, ilişkiler canlıdır, doğar, büyür, gelişir, sizden beslenir ve sizi besler. Bakmadığınız beslemediğiniz, önemsemediğiniz,  geliştirmediğiniz bir ilişki canlı kalamaz.

İlişki sürecine odaklanıldığında, anlamlandırmalar daha çok olumlu gerçekleşir, ilişki  devam etsin etmesin, olumsuz duygular daha az olumlu duygular daha fazla olacaktır. Puşkin ‘in sözleri buna dairdir:

‘Öyle hoş öyle güzeldi ki sevgimiz,

Umarım bir başkasınca da böyle sevilirsiniz.’

Özetle, sevgiliniz olsun ve ya olmasın hayatınızdaki tüm ilişkiler ve bu ilişkilerin kalitesi keyifli yaşamın ana unsurudur.