OKB nedir?

Obsesyon (saplantı), sıkıntı verici, istemsiz şekilde gelen ve tekrarlayıcı düşünce, imge, dürtülerdir. Bunlar kişide huzursuzluk ve rahatsızlık hissi ile suçluluk duyguları yaratabilir. Bu düşünce, imge ve dürtülerin yarattığı rahatsız edici hislerden kurtulmak maksadıyla ritüel gibi, tekrarlayıcı şekilde yapılan zihni eylem ve davranışlara (kişi bu davranışları yapmazsa huzursuz olur) ise kompulsiyon (zorlantı) denir.

Günlük yaşamda herkes bazı geçici endişelere, takıntılara sahip olabilir. Obsesif Kompulsif Bozukluk diyebilmek için kişinin günlük işlevselliğini etkilemesi, sosyal ve iş hayatını engeller hale gelmesi kriterdir.

OKB, genellikle ergenlikte başlar ancak çocukluk döneminde de başlayabilir. Genetik ve çevresel faktörlerin etkili olduğu düşünülmektedir. Toplumda, 100 kişiden 2 kişide OKB görülebilir.

Pek çok takıntı çeşidi vardır, sık görülenlere örnek; bulaşma takıntıları, şüphe takıntıları, hastalık takıntıları, büyüsel takıntılar, düzen ve simetri takıntıları, zarar verme takıntıları, cinsel takıntılar, dini takıntılardır. Bunlara karşı geliştirilen en sık kompulsiyonlara örnek; kontrol, yıkama, sayma, dua etme, istifleme, düzenleme, biriktirme kompulsiyonlarıdır.

OKB belirli bir zaman başlar ve tedavi edildiğinde geçer. Yoğun stres zamanlarında belirtilerde artış beklenir. Bir de ‘Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu ‘dediğimiz mükemmelliyetçi kişilik örüntüsü vardır. Bu kişiliğe sahip olanlarda OKB olabilir, olmayabilir de, ancak 4 OKKB den birinde OKB görüldüğü belirtilmektedir.

Bir kişinin gün içinde aklından nerdeyse 10 000 düşünce geçer. Bunun 5000’i istemli 5000’ i istemsiz düşüncelerden oluşur. İstemsiz düşüncelerin yarısı olumlu yarısı olumsuz düşüncelerden oluşur. İstenmeyen düşüncelerin obsesyona dönüşmesi kişinin yorumuna bağlıdır. Bu düşüncelerden korkup abartmak, genellemek, felaketleştirmek, seçici odaklanmak, kişiselleştirmek, siyah beyaz düşünmek, olumluyu küçümsemek olumsuzu büyütmek gibi düşünce kusurları bakış açısını etkiler.

Tedavide ilaç kullanımı ve terapi birlikte oldukça etkilidir. Kusurlu bakış açılarını değiştirmek, takıntıların üstüne gitmek, kompulsiyonları adım adım önlemek ve kaçınma davranışlarını bırakmak terapide uygulanan yöntemlerdir.

İlişki ve Cinsellik

Cinsel yakınlık ilişkide önemli bir yer tutmaktadır. Cinsel yakınlık da eksikliğin nerede olduğunun farkında olmak çiftler için önemlidir. Tercih edilen her iki partner tarafından kabul edilebilir bir şekilde, birbirine paralel, eş zamanlı ve rahat bir biçimde cinsel ilişkide bulunmaktır.

Çiftlerin cinsel yakınlık ihtiyaçları çok farklı olabilir; bazen bazı çiftler yılda bir veya iki kez cinsel ilişkide bulunmayı “ normal” olarak kabul ediyor olabilirler

“Normal” ilişki sıklığı için “günde bir; vakit varsa çok “ denebilir. Kişilerin ihtiyaçlarının farklı olduğu noktada, dışarıda bir ilişki, vajinismus veya benzeri bir problemin ortaya çıkmasına neden olabilir. Cinsel ilişkide arzu, istek ve ihtiyaçta bir denk gelmeyiş çiftler arasında problem yaratabilir. Bazı çiftlerde cinsel ilişki profili engelleyici, sınırlayıcı, baskılayıcı, daraltıcı ve fakirleştirici olabilir. İlişkide iyi hissedebilmek kadar, cinsellikte iyi hissedebilmek önemlidir. Sarılıp yatan çiftlerin cinselliğinde neredeyse problem yoktur. İlişkide fiziksel yakınlık ve mesafe ayarı iyi hissettirmelidir

Bir ilişkide cinsel ilişki problemi varsa ilişkideki diğer yakınlık alanlarına da bakılmalıdır. Sözel olmayan fiziksel yakınlık vasıtasıyla duygunun verilmesi ve kabul edilmesi süreci nasıl? Kabul ve tolere edebilme süreci iyi işliyor mu?Reddedilme, müdahale edilme ve güven korkuları mevcut mu? Ayrıca emosyonel yakınlık dediğimiz bir kişinin partnerinin yaşadıkları ve hissettikleriyle duyumsal ilişki kurabilme yeteneği de ilişkiyi etkiler. Birlikte bir şey yapabilme, aktivitelerde bulunabilme, bir kişinin birlikte veya tek başına ne olduğunu, ne istediğini bilme çiftlerin uyumlu ilişkiye sahip olabilmeleri için önemlidir.

Çiftler cinselliği konuşabilmelidirler, hazır olunca konuşurum gibi bir düşünce, böyle bir sürece ihtiyaç duyulması, zaten cinselliğinizin nasıl olduğu konusunda fikir verir. Unutmayın ki cinsel ilişkiniz kadar kendi cinselliğinizle ilişkiniz de önemlidir.

İnsanların cinselliğini etkileyen en önemli faktörler; yanlış inanç ve kavramlar, gerçek ötesi beklentiler, kötü iletişim, fiziksel problemler, olumsuz hayat olayları, eşin problemleridir; bu etkilenmeyi devam ettirici faktörler ise yakınlık ve güven hissinin kaybı, suçluluk ve utanç, seyirci kalma, kızgınlık performans baskısı ve eleştirilme korkusudur.

Cinsel ilişki problemini çözebilmek için sadece cinsellik hakkında bilgi sahibi olmak yeterli değildir. Her canlının doğal programında bu bilgi mevcuttur.Ayrıca çeşitli yanlış öğrenmeler bu doğallığı daha da problemli hale getirebilmektedir.Her çiftin ilişki profili ve paterni farklı olduğundan çözümlerde spesifik olacaktır. Bu noktada bir uzmana başvurarak ilişkiniz yıpranmadan çözüm bulma şansınız vardır.

COVİD-19 ve Psikoloji Üzerine Etkileri

COVİD-19 ve Psikoloji Üzerine Etkileri

Tüm dünyayı etkileyen salgın hastalığa kısaca “Pandemi” deniyor. Hatırlayacağınız üzere ülkemizde ilk vakanın görüldüğü 11 Mart 2020 tarihinde, Dünya Sağlık Örgütü Pandemi ilan etmişti. Bundan sonra hayatımıza giren kısıtlamalar ve belirsizliklerle beraber kaygılar ve yoğun duygular ortaya çıktı.

Belirsizlik her zaman tehlike demek midir?

 İnsan belirsizliğe geçmiş çağlardan beri bir tehlike atfetmiştir. Aslında belirsizlik insan hayatında en belirli olan durumdur. Yaşamın, insanın tamamen kontrolünde olduğunu varsaymak yanılsamadan ibarettir. Kısıtlı da olsa kontrol edebildiğimiz alanlar da mevcuttur ve bu alanlar bize güvenlik duygusu verir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik ihtiyaçlardan sonra ikinci sırada güvenlik ihtiyacı gelir. Korona virüs, insanlığı, en temel ihtiyaçlarının olduğu yerden etkilemiştir.

 Duygu, düşünce davranış ekseninden bakınca, duyguya verilen anlam yani düşünce ile davranış arasında sıkı bir ilişki vardır. Tehlike algısı oluşunca kaçma, savaşma, dona kalma gibi savunma ve güvenlik sağlama davranışları devreye girer. Korona günlerinde de kısıtlamalara uyma, hijyen davranışları, hastalıkla ilgili bilgi edinmek için okumalar yapma gibi davranışlar uygun davranışlardır. Ancak tehlikeyi olduğundan fazla algılama eğilimi ile oluşan yoğun kaygı duygusu, olumsuz abartılı düşüncelerle, ısrarcı endişeye sebep olup güvenlik davranışlarının abartılmasına ve elleri tahriş edecek şekilde sürekli yıkama, eve kimse girmediği halde sürekli temizlikle uğraşma, felaket senaryoları üretme ya da tehlikeyi inkar ederek hiç güvenlik önlemi almama gibi davranışlara da yol açabilmektedir.

Pandemi gibi olağanüstü durumlarda, sürecin uzun sürmesi, ekonomik ve sosyal desteğin kısıtlılığı, çağlar boyu açık hava ile ilişkisi yoğun olan insanın kapalı ortamlarda uzun süreli bulunma zorunluluğu, rutinlerin bozulması, her türlü olumsuz duyguya toleransın azlığı, içsel kaynakların yeterince kullanılamaması sonucu, psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkması ya da var olan psikolojik rahatsızlığın alevlenmesi, artması durumu oluşabilir. Bu dönemde, en çok karşılaşılan durumlar; kaygı bozuklukları, hafif veya majör depresyon, temizlik obsesyonu, çift ilişkilerinde çatışma artışı, öfke, hayal kırıklığı duygularının yönetilememesi sonucu aile içi problemlerin artması, sosyal ve ekonomik kayıplar ve yas sürecinin etkileridir.

Nasıl Daha İyi Hissedebiliriz?

  • Günlük rutinleri olabildiğince devam ettirmek güvenlik duygusunu arttırır.
  • Sosyal çevre ile olabildiğince iletişim halinde olma, duygusal destek verme ve alma olumlu duyguları pekiştirir.
  • Doğru bilgilere ulaşmak (sosyal medyadan alınan bilgilerin güvenilirliğine mutlaka dikkat ederek) güçlü hissetmeyi pekiştirir.
  • Felaket senaryoları kurmak için zaman harcamak yerine, iyi hissettiren, sevilen hobilerle vakit geçirmek pozitif katkı sağlar.
  • İnsan beyninden bir günde binlerce düşünce geçer, endişeli düşüncelere çok değer vermek ve sürekli aynı biçimde düşünmek yerine bunun sadece diğerleri gibi bir düşünce olduğunu kabul edebilmek kaygıyı yönetmek için önemli bir adımdır.

Sınav Stresi ile Başa Çıkmak

Sınav Stresi ile Başa Çıkmak

Verimli Ders Çalışma

Harcadığı çaba oranında başarı elde etmeye verimli çalışma diyebiliriz. Çok çalışan ve ezber yoluna başvuran bir öğrenci, kuru bilgi ölçen bir sınavda başarılı olabilir ancak anlayarak, yorumlayarak, muhakeme ederek, önceki bilgileriyle bağlantı kurarak çalışan bir öğrenci bir problemle karşılaşınca zihni hemen ilgili bilgi yapısına ulaşır ve problemi çözmede başarılı olur. Ezberci öğrenci, yeni durumların hafızadaki bilgilerle ilişkisini göremez.

İstek, azim ve çalışma metodu zihnin üç unsuru duygu, irade ve aklın karşılığıdır. Birbirini tamamlayan bu nitelikler öğrenmenin, hafızada tutmanın ve istenildiğinde bu bilgilerden yararlanmanın temelidir. İstek ve azimle işe yönelmiş bir insan zihni etkindir,  anlamaya yönelmiş olarak tetiktedir.

Öğrenme içeriğinin düzeyi zihnin kavrama kapasitesine göre ayarlanırsa öğrenme isteği ve azmi kendiliğinden doğar. Öğrenme içeriği bilinmeyeni bilinenlerle anlamayı engelleyecek güçlükte olmamalıdır.

Her bireyin genetik olarak verilmiş potansiyel bir kapasitesi vardır. Bu günlük dilde yetenek dediğimiz şeydir. Potansiyel kapasitenin sınırı bilinemez. Düşük başarının nedeni gerekli öğrenmelerin daha önce yapılmamış olmasıdır. Çünkü her safhadaki öğrenme daha önceki öğrenmelerle oluşan bir bilgi yapısına dayanır. Birinci olarak şalışmaksızın öğrenme olmaz.

Yeteneği Geliştiren Üç Unsur

  1. İstek ve azim;

İstemek konuya ilgi duymaktır, azim ise öğrenmeye karar vermedir. Bunlar olmazsa öğrenme can sıkıcıdır.

  • İrade;

Bir öğrenci hayatını düzene koyarsa azmettiği işi başarabilir, bunun için zamanı planlamak gerekir. Çalışma programını her öğrenci kendi bağımsız görüşüyle kendi yapmalıdır.

Bir düşünür “yapacak işin yoksa aylaklığın tadını çıkaramazsın” der.

  • Çalışma metodu;
  • Anlayabileceğiniz kitaplar seçin. (Bildiğiniz düzey sizi sıkar, bilmediğiniz ve zorlandığınızda ise anlama ümidini kaybedersiniz)
  • Bilgi düzeyi arttıkça daha yüksek düzeydeki kaynaklara geçin.
  • Tekrar edin.
  • Derse zamanında girin. (Bağlantı sağlar, kopukluk kalmaz, anlama oluşur ve uzun süreli hafızada kalmasına yarar, dersi takip etmek kişiye hakimiyet duygusu verir.)
  • Etkin şekilde ders dinleyin. (Dikkat gider ve gelir, aynı dikkat derecesinde sürekli dinlemek imkansızdır, dikkat değişiklik ister, zihin mekanizması dikkat tazeleme işini yapar, yapmazsa uyursunuz.
  • Derse aktif şekilde katılın & anlatılanlarla iletişim içinde olun.
  • Derse önceden hazırlanın. (Konuyla ilgili sorular oluşturabilirsiniz)
  • Derste öğrenilenleri tekrarlayın.
  • Dersteki ana fikri yakalayın.
  • Not tutun. (Her şeyi yazmayın, anlam veremezsiniz! Öğretici ne demek istiyor, bu anlatılanlardan çıkan fikir nedir, telgrafta nasıl konunun özü belirtiliyorsa not da kendi anlayışımıza göre bir anlam taşımalıdır.)
  • Kitap okuma düşünme hızınızı arttırır, konuları daha rahat takip edersiniz.
  • Zihninizi işletin, ezberlemeyin, anlamaya uğraşın. (Ezbercilik zihninizi köreltir. Ezberlenen bilgiler bir süre sonra aşınır, bölük pörçük olur, birbirine karışır, başka şekilde kullanamazsınız ve kaygıya yol açar )
  • Özet çıkarın. (Anladığınızı test edersiniz)
  • Unutma öğrenmeden sonra ilk 20 dakika sonra 1 saat ve 8 saatten 30 güne kadar şeklinde başlangıçta hızlı sonra daha yavaştır. (Ebbinghaus unutma eğrisi)
  • Öğrendikten sonra tekrarlar zaman içine yayılmalıdır.
  • Sınavın son gününden önce içerik tazelenmelidir.

Sınavlarda Stresle Başa Çıkabilme

Stres nedir?

Stres, kişinin baş etme yeteneğini aşan ya da zorlayan bir durum algılandığında ortaya çıkan otomatik tepkidir. Fizik biliminde; “maddenin kendi üzerine uygulanan güce gösterdiği tepki” anlamında kullanılan stres terimi; son 20 yılda fizyoloji, sosyoloji, psikoloji, psikiyatri ile diğer tıp alanlarında ve gündelik yaşamda herkesin kullandığı popüler kavramlardan biri haline gelmiştir. Stres, pek çoğumuzun bildiği gibi, bizi zorlayan, kısıtlayan ve engelleyen olaylar, durumlar karşısında verdiğimiz tepkilerin tümüdür. Stres kavramı birçok insanın düşündüğü gibi sadece üzerimizde hissettiğimiz baskı ve gerginlikle sınırlı değildir.

Sınav pek çok öğrencide psikolojik baskı yaratan bir olaydır. Çalışma gecelere taşar ve uykusuzluk da bedeni ve ruhu zayıf düşürür. Sınavın nasıl geçeceğine dair bilinmezlikle ilgili endişe yaşanır. Anksiyete yani kaygı nesnesiz korkudur. Korkuda nesne vardır, buna karşı vücut tepki verir; savaş ya da kaç gibi. Korku tehlikeyi yok etmek yada ondan kaçınmak için bir sinyal görevi görür. Anksiyete daha içsel süreçlere bağlıdır. Endişeli yani anksiyeteli öğrenci sürekli kendisi ile uğraşır, kendini eleştirir ve kendinden tatminsizlik duyar. Sınav objektif şekilde görülmez, bu kişi için adeta yetersiz olduğunu hatırlatan bir kabus olur. Oysa rahat yapıdaki öğrenciler kendilerine güvenir ve sınavı objektif güçlükleri içinde görüp ona göre hazırlık yaparlar. Dışarıdaki tehlike ile savaşmak tehlikeyi ortadan kaldırabilir ancak içerideki bunaltıyla boğuşmak tehlikeyi olduğu gibi bırakır.

Sınav öncesi, konsantrasyon zorluğu, panik reaksiyonları, sindirim sistemi bozuklukları gibi birtakım bedensel rahatsızlıklar öğrenciyi etkileyebilir. Konulara hakim olunursa endişenin yerini güven, huzursuzluğun yerini konsantrasyon alır. Öğrenmede belirsizlik kalırsa bunun psikolojik belirsizlik duygusuna ve endişeye dönüşmemesi mümkün değildir.

Teknoloji Psikolojimizi Nasıl Etkiliyor?

Teknoloji Psikolojimizi Nasıl Etkiliyor?

Teknoloji,  Türk Dil Kurumu’nun 2005 basımlı sözlüğünde şöyle açıklanmıştır; bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve yöntemlerini kapsayan bilgi. İnsanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirdiği aletler ve yöntemler  kısa bir zaman önce büyük değişikliklere uğradı. İnsan her ne kadar uyum sağlama özelliği ile ortaya çıksada her yenilik homeostasis ( yaşam için en uygun koşulları sağlamak adına biyolojik sistemin kendini düzenleme süreci)  oluşturma süreci demek. Ancak her yeni ürünün, insanlar tarafından benimsendiğini ,insan hayatında birebir uygulama alanı bulduğunu söyleyemeyiz.

Günümüzde kimse teknolojinin konfor sunduğunu inkar edemez. Ne kadar çok teknolojik ürün kullandığımızı bir düşünelim, bundan  30 yıl önce elektronik eşyalar ne kadar az kullanılıyordu, günümüzde ise elektrikler kesilince dünya durmuş gibi hissediyoruz.Yeni kitle iletişim araçları ile negatif etkiler de görülmeye başlanmıştır. Teknoloji nin gelişim amacı,  biz insanlara zaman kazandırmak, işlerimiz kolaylaştırmak, bizi güvende hissettirmek diye düşünürüz, ancak  ,tüm zamanımızı alan bilgisayar oyunları, sürekli telefonla konuşma, özellikle gençler arasında konuşmadan daha çok mesajlaşma ile vakit geçirilmesi, sosyal paylaşım sitelerinde paylaşımda bulunmaktan yüz yüze paylaşımın azalması noktasındayız. Neden bundan bir süre önce cep telefonu olarak adlandırdığımız bir ürün var olmamışken şu an onlarsız yapamıyoruz? ). Bunun cevabı çok kapsamlı. Özellikle endüstri toplumu olmak, çalışma saatlerinin uzunluğu, tüketimin üretimle paralel gidememesi .

 Son dönemde ‘Disconnetivity  Anxiety ‘  adlı bir durumdan bile bahsediliyor. Bu durumda kişi 7/24 bağlantıda olmak istiyor, olamadığında 1 )inkar  ( bu bana olamaz!) 2 )kızgınlık ( bunun sorumlusu kimse ödetirim) 3)pazarlık aşaması ( eğer intenete tekrar bağlanırsam bir daha … yapmayacağıma söz) 4 Üzüntü  ve en son  5) kabullenme ( belkide ara vermem iyi oldu) süreçlerini yaşıyormuş.

 Maslow’ un ihtiyaçlar hiyerarşisinde, insanın belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamasıyla daha üst kategorideki ihtiyaçları karşılamasına yönelmesinden bahsedilir. İlk başamak fizyolojik ihtiyaçlardır ( yemek,su,boşaltım…v.b), bundan sonra güvenlik ihtiyacı gelir, daha sonra ait olma, sevgi,bağlılık ve  daha sonra saygınlık( kendine ve başkalarına güven, başarı) ve en son kendini gerçekleştirme gereksinimi ( yaratıcılık, problem çözme,erdem…v.b). İlk iki basamaktan sonraki basamaklarda ilişkinin önemi oldukça büyüktür. İnsan doğduğu andan itibaren önce annesine bağımlı çocuklukta ailesi ile var olan ,ergenlikte arkadaşlarına bağlanan ve yetişkinlikte yine duygusal olarak bir yetişkine bağlanan bir yapıdadır. Doğduğumuz andan itibaren ilişki kaçınılmazdır, sosyal varlık olmanın gerçeği budur.  Endüstri toplumu olmayla beraber ,çalışma şartları ve süresi, ekonomik koşullar, kendimize ait zamanının tüketim zamanı olarak yaşanması  ilişkinin şeklini ve içeriğini değiştirmiştir. Daha az zaman var ancak yine bağ kurma ilişkide olma ihtiyacı da var. Jan Kotliar, bilgisayar ve internet gibi teknolojilerin modernliğin sıkıntıları olmadığını, aksine büyük sosyoekonomik güçlerin araçları olduğunu iddia etmektedir.Kotliar’a göre (1999), insanların topluma ve komşularına yabancılaşmaları ,bilgi ağları kurulmadan önce gerçekleşmiştir. Şehirleşme,sanayileşme ve televizyonun toplum üzerindekim etkileri bilgisayardan daha fecidir.  Baran’a göre(1995) ise çocuklar kişisel bilgisayarlardan ilginç bir çok şeyi öğrenirken diğerleriyle nasıl ilişki kuracaklarını yani sosyalleşmeyi öğrenememektedirler.

İletişim teknolojilerinin gelişmesi ile sosyal rahatsızlıklar da görülmeye başlanmıştır. Örneğin telefonun aileyle, arkadaşlarla görüşmek için, iş yaşamında haberleşme için ve acil durumlarda yardım çağırmak için yararlı bir buluş olduğu bilinmektedir, ancak zamanla telefon kullanımın artmasıyla ziyaretler ve yüz yüze görüşmeler azalmıştır. Televizyonun toplum üzerindeki etkileri oldukça fazladır. İnsanlar bir süre sonra dışarıda çeşitli aktivitelere katılmak yerine evde kalıp televizyon seyretmeye yönelmiştir. Ancak internet kullanımı kadar, kısa zamanda büyüyen teknoloji ,insan tarihinde yok gibidir. Bütün dünyaya ulaşmak ve interaktif olmak bunu tetikler gibi görünmektedir. Tıpkı telefon ve televizyon gibi internetin de yan etkileri vardır. Özellikle sanal gerçeklik yaratmak, çocukların denetimsiz bilgilere erişmesi, bilgilerin çalınması, sanal hırsızlık v.b özellikle gerçek yaşamdaki zorluklardan kaçmak isteme kolay ve rahat sosyalleşme etkili görünmektedir. Bunlar ilk zamanlar anlaşılmasa bile  90’larda araştırmacılar bu konulara yönelmiştir. Amerika’da 2004 yılında yapılan bir çalışmaya göre internet kullanımı ile geleneksel iletişim araçlarının  daha az kullanılmaya başlandığı görülmüştür (günde 3 saat internet, yarım saat TV izleme).

Kraut ve arkadaşlarının 1998’de yaptığı araştırmaya göre internet kullanımı yalnızlık ve depresyona sebep olmaktadır, ancak sonraları sadece internet kullanımın buna yol açmadığı ne kadar kullanıldığının önemli olduğu keşfedilmiştir. Süre uzadıkça depresyon ve yalnızlık artmaktadır. İnternetin dengeli kullanımının önemi vurgulanmaktadır.  2001 yılında Amerika’da yapılan bir çalışmada gelişmiş bir benliği olan kişilerin ( self efficacy) internet kullanımında daha az depresyon ve yalnızlık yaşadıkları bulunmuştur. Buradan da görüleceği gibi çocuklar ve gençlerin gelişme çağında olmasından dolayı kontrollü ve aile ile birlikte kullanımı önem taşımaktadır. Bu çağda yeniliklere oldukça kolay adapte olan bu gurubu teknolojiden tamamen mahrum bırakmak düşünülemez bu sebeple ailelerin internet kullanımını öğrenmeleri önem kazanmaktadır.  Amerika’da üniversite öğrencileri arasında 1997 de yapılan bir çalışmada ise internet kullanıcıları internetle beraber aile ve arkadaşları ile daha fazla görüştüklerini belirtmişlerdir. Bu çalışmayı 2004 deki başka bir çalışma doğrular gibidir. Bu çalışmada ise internet kullanıcılarının %20 ‘sinin yeni arkadaşlıklar kurduğu, %80 ‘inin daha önceki arkadaşları ve ailesi ile görüştükleri belirlenmiştir.

Türkiye istatistik kurumu bilgilerine göre (2001),Türkiye’de internete erişim imkanı olan hane oranı %42, 9 ‘a yükselmiştir. Son üç ay için de bireylerin yaş grubuna göre internet kullanımına bakıldığında 16-24 yaş arası grubun % 65,8 ile önde geldiği görülmektedir. Yine son üç ay içerisinde 16-74 yaş arası çevirim içi haber, dergi, gazete okuma amaçlı kullanımı % 72,2 , sağlıkla ilgili bilgi arama %54,1 ve internet üzerindeki gruplara katılma %50,8 ile en çok kullanım amacı olarak görülmektedir.  Avusturalya’da yapılan bir çalışmada (2000)  5-14 yaş aralığındaki 2000 çocuğun %95 ‘inin okulda ve okul dışında bilgisayar  kullandığı  bildirilmiştir. 2001 deki bir çalışma bilgisayar kullanımının, motivasyon, eleştirel düşünme, yazı yazma , matematiği öğrenmenin bilgisayarda oyun oynamayla artarak  yer değiştirdiğini belirtmiştir.  Yapılan bir çalışmada (2002), yetişkin kullanıcılarının %50’si kas dokusu ve iskelet sistemi ile ilgili rahatsızlıklar bildirmişlerdir, yine aynı tarihte başka bir çalışmaya göre günde iki saatten fazla bilgisayar kullanımı kas ve iskelet sistemi bozukluklarının artmasında etkili olduğunu bildirmiştir. Amerika’daki bir  çalışmada (2003) gençlerin internet kullanımı sırasında sadece %38’inin ebeveyninin bağlantı aktivitesini izlediklerini belirtmiştir. Burada gençler, yetişkinlerin kaba ve zararlı iletişimine maruz kalabilmektedirler , gençleri  agresyondan korumak adına yetişkinlerin  aktivitelerini izlemeleri önem kazanmaktadır. Amerikan Pediatri Komitesi 1999 yılında çocukları medyanın zararlarından koruma amaçlı bir kılavuz yayınlamıştır. Buna göre 2 yaş altı çocuklara televizyonun yasaklanması, çocukların odasına aktivitelerini incelemek amaçlı kayıt cihazı  yerleştirilmesi, televizyonun bekleme odası gibi bir yere yerleştirilmesi ve eğitici metaryallerin sağlanmasını ve okumanın sağlanmasını önermişlerdir.

Her teknolojik ürünün yararı olduğu gibi zararları da vardır, çalışmalar ilerledikçe farklı sonuçlar çıkmaya devam edecektir. Ancak düşünmemiz gereken en önemli nokta teknolojiyi kullanırken ondan yararlanmak mı yoksa onu hayatımızın merkezi haline getirip diğer özelliklerimizden ve aktivitelerimizden uzaklaşmak mı? Kullandığınız nesneler sizi kullanmaya başladığı noktada problemlerin de başlaması kaçınılmazdır.

Empati

Empati

Empati yani eş duyum, hissedebilme, anlayabilme anlamında kullanılmaktadır. Çok yakın ya da çok uzak olmak empatiyi zorlaştırabilir. İçe alma ve reddetme durumlarında empatik süreçte olunamaz. Bu kızgınlığı ve hesaplaşmayı arttırabilir. Empati objektif bir farkında oluştur. Diğer kişinin duyguları hissedişleri üzerinde hissedişe sahip olmadır. Burada bir başkası için hissediş vardır.

Dinleme empatinin en önemli kuralıdır, dinlemek ve anlamak ya da anlamaya çalışmak ve hissetmek. Ancak daha ötesi empati gibi algılansa da değildir. Daha ötesi başkalarına müdahale etme, kontrol etme, kendi doğrusunu empoze etme gibi durumlardır. Bu durumların ise empati ile yakından uzaktan ilişkisi yoktur. Bu manipülasyon halini almıştır. Mükemmeliyetçi kişilikte en çok bu görülür. Başkalarına yardım ettiğini düşünürler ancak empati yardım yönlendirme içermez aslında.

 Başkalarına empati yaptığını düşünen ancak aslında kendinden çok başkalarını düşünen ve ön planda tutan kendi isteklerini gizleyip saklayıp hep uyum adına kendilerini feda eden kişiler vardır. Bu empatik olmak değildir.  Onların derdini dert edinen ve çözümler bulmaya çalışan aslında kendi sorumluluğunu az alıp başkalarına karşı çok sorumlu hisseden yapılar, en çok kendine güven duygusu ile problemi olan kişilerdir.

Doğuştan gelen bir özellik olduğu düşünülür, geliştirilebilir veya yok olabilir. Kişi empati yapamıyorsa sosyal ilişkilerde başarısız olma ihtimali yüksektir. Aynı zamanda kendini karşısındakinin yerine koyamama durumu anti sosyal kişiliklerde, borderline ve narsisistik kişiliklerde vardır. Bu kişilikler sadece kendini ve kendi yararlarını düşünür, başkalarının duygularını anlama gibi bir yetileri yoktur.

Empati kendimizi ve başkalarını anlamamıza yarar. Böylece sınırlar belli olur ve empati arttıkça toplumsal huzur artar.

Çiftlerin Ayrı Tatil Yapması

Çiftlerin Ayrı Tatil Yapması

Ayrı ayrı tatil yapmak bir ilişkiyi nasıl etkiler?

İlişki belli bir yakınlığı gerektirir ve kişilerin rahat ettiği bir mesafe aralığı ilişkinin en başlarında bilinçli ya da bilinçsiz belirlenir. Bu mesafe aralığında kişilerden bazen biri daha yakın olmak ister, diğerine bu yakınlık boğucu, bastırıcı, sıkıştırıcı gelebilir. Ancak çiftler birbirlerinin sınırlarına anlayış gösterip ihtiyaçların nasıl olduğuna bakabilirlerse yakınlık/uzaklık konularında daha az çatışırlar ya da çatışmaya gerek kalmaz. Bu noktada şunu belirtmek gerekir iyi, keyifli ilişkiler eşlerin daha fazla birlikte olma güdüsünü tetikler. Ayrı ayrı tatil yapmak iyi bir ilişkiyi etkilemez, ‘etkilenmiş’ olan ilişkideki bireyler ayrı tatil yapmayı tercih ediyor olabilirler.

Konu ile ilgili dikkat edilmesi gereken noktalar?

Her insanın kendisi ile geçireceği zamana ihtiyacı vardır, bunun yanında partneri, arkadaşları, aile bireyleri ile paylaşacağı zamanlar da vardır. Çiftler ilgi alanlarına ve hobilerine vakit ayırabilecek zamanı birbirlerine tanımalıdırlar. Partnerin başka bir şey ile ilgilenmesi sizinle ilgilenmediği anlamında işlem görmemelidir. Bu düşünülüyor ve hissediliyorsa ilişkinin içeriğine ve niteliğine bakmak gerekir.İlişkide, çok fazla bireysel ve ayrıksı durmak ile çok fazla bağımlı olmak uçlarında olmamak en makbul olanıdır diyebiliriz.

Avantaj ve dezavantajları?

Karşılıklı güven duygusu ve iyi hissedişin olduğu bir ilişki de yalnız tatile gitmenin avantajı ve dezavantajı olmaz . İlişkide kişilerin couple oluşa dair mesafelerinde uzaklık varsa, ayrı ayrı tatil ilişkiden çıkışı kolaylaştırır. Ancak ortak amaç dahilinde kişilerin  soluk alma ihtiyacına olumlu şekilde hizmet  edebilir.

Aldatma ve Psikoloji

Aldatma ve Psikoloji

Yakınlık ve cinsellik bir ilişkinin kalitesini belirler. Bu iki kavram ilişkinin aynası gibidir. Dünya üzerinde evliliklerin ortalama süresi 15 yıl kadardır ve ilk 3 yıl boşanmalar daha çok görülür. Aldatmak bir boşanma sebebi olarak görülebilir, ancak aldatma boşanmayı gerektirmez. Boşanma evli olmak gibi bir durumdur, bu durumda ilişkinin şekli, kalitesi ve ilişkinin bağlamı aldatmayla ilişkinin bitip bitmeyeceğini belirler. Hatta bazı kriz dönemleri ilişkinin pozitif yönde tırmanması için bir fırsat olabilir.

Aldatma bazen kadının görmezden geldiği, inkar ettiği bir durum olabiliyor. Özellikle bizimki gibi kapalı toplumlarda, kadın eşinin bu davranışına, düzenini bozmamak, boşanmış kadın olmamak, yenilgi gibi yaşayıp kabul etmemek, toplumdaki statüsünü değiştirmek istememek, ekonomik sıkıntılar, yeni bir yaşam kurmaktan korkmak gibi sebeplerden bildiği halde herhangi bir tepki vermeyebiliyor. Bununla beraber toplumdaki her erkek aldatır, elinin kiridir,   gibi genel kabuller ve ya erkek aldatıyorsa eşinin eksikliğindendir gibi inanışlar bu durumun sorgulanmasını bile etkiliyor. Aslında bu tutum var olan ilişkideki sorunların çözümlenmesi ve yeni bir hatta geçme, problem çözme gibi davranışları da engellemiş oluyor.

Aldatma, daha çok var olan ilişkideki çatışmaların çözümlenmemesi, eşle ilişkide mutlu olamama, yaşanılan anksiyetenin üçgenleşme yoluyla çözümlenmeye çalışılması gibi ana sebepten, ya da eşlerden birinin bireyselleşme, kendine alan yaratma, özgür hissetme, değişim gibi isteklerini ilişki içinde yapamayıp eşten uzaklaşarak isteklerini gerçekleştirme yoluna gitmesi sebeplerinden  olabiliyor. Bunların dışında kendine güven eksikliği, çeşitli psikiyatrik rahatsızlıklar, kişilik bozuklukları da sebeplerden bir kaçıdır.

‘Aldatılan kişi’, durumu kişiselleştirdiğinde; eşinin  kendisini yıpratmak, kendisinden  öç almak, kendisini beğenmemek gibi sebepler üretebiliyor. Bu düşünceler ve inanışlar ‘aldatılan kişi’ yi suçluluk ve öfke duygularının artmasıyla  daha   da olumsuz etkileyebiliyor. Aldatma kişinin yaptığı ve kişinin kendisine ait bir eylemdir, bir yerde tercih olabilir. Belli bir sadakat kontratını bir ve ya birçok sebeple ihlal etmektir. 

Aldatma durumu ortaya çıktıktan sonra sonuçları ilişkinin dinamiklerine göre şekillenir. Bazı ilişkilerin tek bitme şekli bu olabilirken, bazı ilişkiler için bu kriz durumu  ilişkiye odaklanma, sorunlardan kaçmayı bırakma ve yeniden ilişkiden beklentileri netleştirme, ilişkiyi besleme sebebi olabilir. 

Çocuğu ve Aileyi Ameliyata Hazırlamak

Çocuğu ve Aileyi Ameliyata Hazırlamak

Ameliyat olacak çocuk sürece nasıl hazırlanır? Anne- babalara öneriler:

Ne zaman söylemeliyim?

  • 3 yaşa kadar çocuklara, ameliyat olacağının söylenmesi mümkün olduğunca geciktirilmelidir. Örneğin ameliyattan bir gün önce durumun anlatılması süreçle ilgili endişesini azaltabilir. 5 yaşın altındaki çocuklara uzun ve ayrıntılı şekilde anlatmanıza gerek yoktur. Bu yeni durumu basit kelimelerle anlatmanız tavsiye edilir.
  • 5-8   yaş arası çocukların çoğu onlara söylediğiniz şeylerin sonuçlarını düşünebilirler. Size konu ile ilgili soru sorabilirler. Anlayabilecekleri şekilde somut bir dille bir hafta önceden, kısa, net anlatılması uygundur.
  • 9-12 yaş   ve üzeri yaşlarda çocukları korkutmamak adına, çok ayrıntılı olmamak kaydıyla durum anlatılabilir.

Nasıl anlatmalıyım?

Hastaneye yatmadan önce çocuğun duruma hazırlanması oldukça önemlidir. Bu hazırlanma aşamasında yetişkinlere önemli görevler düşmektedir. Çocuk iyi şekilde hazırlanırsa olumsuzluklar ya da travmadan etkilenişi hafif olacaktır. Eğer çocuk bu duruma hazırlanmazsa çeşitli duygusal ve davranışsal problemler ortaya çıkabilir. Bunların en belirginleri aşırı endişe, panik, öfke, depresyon, ağlama nöbetleri, uyku ve beslenme bozukluklarıdır.

  • Öncelikle ebeveyn olarak çocuğa durumu anlatabilmek için hastalık ve ameliyat ile ilgili doktorunuzdan bilgi alın. Kafanıza takılan her şeyi doktorunuza sorabilirsiniz. Ameliyat gerekli mi? Niçin gerekli olmazsa ne gibi problemlerle karşılaşırsınız, ameliyat süreci nasıl olacak ,ne kadar sürecek , anlamak için faydalanabileceğimiz görsel materyaller var mı? Ameliyat sonrası bakım nasıl olacak? Ameliyat sonrası ağrı, acı durumu nasıl olacak? Çocuğun kısıtlılıkları neler olacak, hastanede ne kadar süre kalınacak, ne kadar süre sonra  beklediğimiz iyileşme gerçekleşecek? …v.b. Bu bilgileri almak ebeveyn olarak sizin de konuya hakimiyetinizi arttırarak endişe seviyenizi düşürmenize yarayacaktır. Ebeveynin   özellikle annelerin endişe düzeyi çocuğu doğrudan etkilemektedir. Anne güvenli, kararlı ve az endişeli olursa çocukta aynı duyguları paylaşacaktır.
  • Anne-baba ve yakın aile bireyleri ve çocuk mümkün olursa kalacağı odayı, bulunduğu katı tanımalı, küçük bir hastane turu yapılmalıdır. Ayrıca çocuğa hekimleri, kendisi ile ilgilenecek sağlık personelini önceden tanıştırmak, çocuğun güven duygusunu artırmaya yarayabilmektedir.
  • Çocuğun sevdiği oyuncakları, kitapları, keyif aldığı materyalleri, sevdiği baskılı nevresim takımını, önceden hazırlamak ve hastane odasına yerleştirmek kendisini daha rahat hissetmesine rutinin fazla bozulmamasına hizmet edebilir. Gece uyurken alışık olduğu rutin mümkün mertebe tekrar edilmeli, uyurken yanında bulundurduğu oyuncak varsa hastane odasına getirilmelidir.
  • Aile çocuğun sorduğu soruları bilgisi dahilinde yanıtlamalı, ayrıntıya girmeden çocuğa uygun bir dille anlatılmalıdır. Sorunun cevabı bilinmiyorsa, ebeveyn ‘ben de bilmiyorum ancak doktoruna soracağım ‘diyebilmelidir. Yanlış bilgi vermek çocuğu yanlış beklentilere yöneltebilir.
  •  Özellikle ağrı, acı ile ilgili çocuğa ‘hiç acımayacak, hiç ağrın olmayacak’ yerine

 ‘biraz ağrın olabilir, ancak geçici bir ağrı ve 3 ay sonra,15 gün sonra, daha küçükler için 5 kez gece  uyuyup uyandıktan sonra daha rahat olacaksın’ denilebilir.  Hastalığın ve ameliyatın durumuna göre; yemek yiyebileceksin, daha hızlı koşabileceksin, basket oynarken eskisi gibi yorulmayacaksın,oturunca ayakların tam olarak yere değecek ve ya saçlarını istediğin gibi toplayabileceğiz gibi ileriye dönük olumlu cümleler tercih etmek çocuğu rahatlatabilir.

  • Çocuğa hastane ortamının önceden anlatılması, nelerle karşılaşacağının belirtilmesi, hastane ile ilgili hikaye kitaplarından yararlanılması, tıbbı materyallerden oluşmuş oyuncak setlerinden yararlanılması tavsiye edilir.
  • Ameliyattan sonra kullanılacak özel bir cihaz varsa görsel olarak çocuğa bunun önceden tanıtılması alışması için zaman tanınması önemlidir.
  • Hastane ortamında çocukla oyun oynamanın ihmal edilmemesi gerekir, çocuklar oyunu severler ve keyif aldıkları oyunları hastane odasında devam ettirmek gerekir
  • 4 yaşa kadar olan çocukları hastanede yetişkin olmadan bırakmamak uygundur. Çocuklar hastanede yalnız kalacaklarından korkabilirler, bu yüzden çocuğa işlemler sırasında ve sonrasında yanında olunacağı bilgisi sıkça verilmelidir.
  • Çocuklar 0-6 yaş arası benmerkezci olduklarından, etraflarındaki olayları kendileri ile bağlantılıymış gibi algılayabilirler. Özellikle ameliyattan sonra ağrı ve acı çektiklerinde kendisine yaptığı bir şeyden dolayı ceza veriliyormuş hissine kapılabilirler. Bu konu çocuğa tekrar tekrar açıklanmalıdır. Bu durumun kendisinin yaptığı bir şey ile ilgili olmadığı, kendisinin gibi başka çocukların da iyileşmek için ameliyat olduğunu, yetişkinlerin de ameliyat olduğunu belirtmelidir.
  • Çocuklara kendilerinin suçlu olduğuna dair yorumlar asla yapılmamalıdır.
  • Hastanede bulunduğu süre içinde çocuk öfkeli, küskün, ve ya sessiz olabilir. Bu çocuğun stresle baş etmek için kullandığı bir savunma mekanizmasıdır. Bu savunma mekanizmasına dokunmamak her zaman ki gibi anlayışlı olmak ve çocuğu anlamaya çalışmak önemlidir.
  • Çocuğun korkularını, öfkesini yani duygularını ifade etmesine olanak sağlamak, cesaretlendirmek, onun bakış açısını ve ne yaşadığını hissetmeye çalışmak önemlidir.
  • Çocuklar Ameliyat, hastaneye yatış gibi travmatik olabilecek olaylarla karşılaştıklarında kendi yaş davranış özelliklerinden daha geri bir yaş davranış özelliklerini gösterebilirler, mesela kendi yemeğini yeme alışkanlığı edinmiş bir çocuk bu süreçte annesinin kendisini beslemesini isteyebilir veya parmak emmeye başlayabilir. Bu olağan bir durumdur bu süreçte tolere edilebilir.1-2 ay gibi sürede geçmiyorsa uzmana başvurmakta fayda vardır.
  • Kardeşler yakın akrabalar çocuğu sıklıkla ziyaret etmeli, günlük ilişki tarzlarını sürdürebilmelidirler.
  • Ameliyata giderken kararlı ve güvenli bir ses tonuyla, olumlu bir yüz ifadesiyle ‘şimdi ameliyata gideceksin, döndüğünde ben burada olacağım ,ilk beni göreceksin’ denilebilir. Asla endişeli, yas tutar ifade ile ve çok duygusal bir konuşma ile ameliyata göndermeniz tavsiye edilmez.
  • Ameliyat sonrası hastaneden çıktıktan sonra çocukların duyguları ile yüzleşmelerine zaman tanımak,çocuğu konuşmaya cesaretlendirmek gerekir.
  • Çocuğa sıklıkla onunla beraber olacağınızı belirtmeniz, her fırsatta onu sevdiğinizi belirtmeniz değerlidir.
  • Eve döndüğünde sevdiği, alıştığı kişilerin bulunduğu bir kutlama planlamanız çocuğunuzun moralini oldukça yükseltebilir.
  • Çocuğunuzda ameliyattan sonra ve hastaneden çıkıştan 1-2 ay sonra davranış problemleri, vurma, bağırma, sürekli ağlama, yemek yemeyi reddetme, uyku problemleri, ağlayarak uyanma gibi değişiklikler görülüyorsa bir uzmana başvurmakta fayda vardır.

Yalnızlık Psikolojisi

Yalnızlık Psikolojisi

Yalnızlık,14 şubat, İlişki

Senle beraber olsak da sevgilim
Ayrılsakta, ölsek de bu yolda
Ömür boyu bağlansak da
Sevinsekte üzülsek de
Yalnızlık ömür boyu

Senle beraber olsakta sevgilim
Hiç görmesek birbirimizi, özlesek
Hep yalnızlık yavrum
Yalnızlık ömür boyu

Birden sen gelsen aklıma
Seni unutsam bazı bazı
Meraklansam gizlice,
Delice kıskansam seni

Hep yalnızlık var sonunda
Yalnızlık ömür boyu,
Hep yalnızlık var sonunda
Yalnızlık ömür boyu

Yalnızlığın tanımı çok çeşitlidir: yalnızlık, öznel ve nesnel tanımlanabilir. Bu yüzden de karmaşık bir konudur. Nilsson ve arkadaşları: yalnızlığın, kişisel ve üzücü negatif deneyimlerle, psikolojik güvenlik ihtiyacı temeline dayanan insan ilişkilerinden çekilme/uzaklaşma olarak tarif etmişledir, ancak nesnel sosyal izolasyon ile aynı anlamda olmadığını ve insanların kalabalıkta yalnız hissedebileceklerini ya da yalnız olmasına rağmen yalnız hissetmeyenlerin varlığını belirtmişlerdir.

Yalom 3 çeşit yalnızlık tarifi yapmıştır: kişiler arası ya da toplumsal yalnızlık, bölge şartları, kişilik özellikleri ve sosyal tecrübesizliğe bağlı olandır.

Kişisel ya da psikolojik yalnızlık: derinlerdeki kendilik parçalarının birbirleri ile ilişki kuramamasıdır.

Varoluşşal yalnızlık ise dünyadan ayrılmak gibidir,hiçlikle yüzleşmek ve kendi özgürlüğü ile tanışmaktır.

Gotesky 4 çeşit yalnızlık tarif etmiştir;

1) fiziksel olarak diğerlerinden ayrı olma

2) yalnız hissetme, yabancılaşma,

3) kişisel deneyimleri sonucu kendisini yabancı hissetme,

4) düşünme ya da yaratıcılık amaçlı yalnızlığı isteme, tercih etmek.

Bazı varoluşçu felsefeciler insan bilincindeki temel yapının yalnızlık olduğunu belirtirler. Ancak İnsan doğası gereği sosyal bir varlıktır, zaman zaman yalnız kalma isteği görülse de kronik yalnızlık psikolojik problemler getirebilir. O. Rank, insanın her zaman anne karnındaki rahatlığı, ilk hazzı aradığını ve anneden ilk ayrılışla beraber yaşadığı yalnızlık kaygısını sürekli bilinçaltında taşıdığını belirtir. Rank’ a göre, kaygılarımızın kaynağı olan yalnızlık, doğumdan itibaren bizi huzursuz eder. Hayatı anlamlandırmada, değer vermede yaşanılan ilişkilerin kalitesi önem taşır.

Ancak yalnızlığı olumsuz olarak etiketlemek doğru değildir, bazen insanın kendini ve dünyayı anlaması, tanıması, başkalarını tanıması için bir zemin oluşturabilir, ayrıca yaratıcılık ile de ilişkisi vardır; yaratmada farklı nesneler ile ilişki kurulup bir anlam ve anlatım sağlanır. Yalnızlık yaşantılarına verilen anlama göre onun olumsuz veya olumlu algılanması söz konusu olabilmektedir. Doğu toplumlarında yalnızlık,acı, terkedilmişlik, kimsesizlik, mutsuzluğu çağrıştırırken, batı toplumlarında bireyselliği çağrıştırabilir. Fakat yalnızlık sosyal ilişkilerdeki tecrübesizlik ve başarısızlık sonucu beklentilerin gerçekleşmemesi ve duygusal bir boşluk oluşması şeklinde de hissedilebilir.

Doğumdan itibaren ilişki kuran insan, çeşitli yaşlarda farklı kişilerle ilişki kurmaya başlar. İlk önce bebek anne ile yakın ilişki içindedir, sonra sisteme baba girer ve bebeklikten çıkınca anne, baba ve akrabalar, aile kavramı ön plandadır. Ergenlikle beraber arkadaşlar ve flörtler ön plana çıkar, ve yetişkinlikle beraber beklenen,  bir sevgi nesnesi ile derin ve anlamlı bir  ilişki kurabilmektir.

Bir antropologun yaptığı araştırmada yaş, cinsiyet, cinsel yönelim, dini inanç ve etnik grup fark etmeksizin aşık olan insanların partnerleri ile ilgi sorulara benzer cevaplar verdiği belirtilmiştir. Yani yeryüzündeki insanlar aşkla ilgili aynı süreci yaşıyorlar diyebiliriz. Bu yüzden de evrensel bir dil aşk şarkıları, şiirleri ve filmleri… Aşk kimileri için inanılmaz bir mutluluk, kimileri için tam bir acı kaynağı , peki nasıl oluyor da herkese dair olan bir şey bu kadar farklı anlamlandırılabiliyor?

Duygularımızı düşüncelerimiz şekillendiriyor diyebiliriz. Yaşadığımız olaylara, geçmiş deneyimlerimizle, aileden öğrendiğimiz ilişki kalıpları ile, bizzat tecrübe etmesek de okuduklarımız, gördüklerimiz, karşılaştıklarımızı sentezleyerek tepki veriyoruz. Aşk bir yaşantıdır, ve bu yaşantıya verilen anlam kişiye göre değişir. Eğer verdiğiniz anlamlar  olumsuzsa sürece değil, sonuca dair düşünmeniz ön plandaysa  sevgili ile ilgili her şey size olumsuzduygular çağrıştıracaktır. Yalnızlık acı, aşk acı, her şey acı… Böyle düşünüyorsanız baktığınız gözlüğü değiştirmek gerekir.

14 Şubat olarak belirlenmiş sevgililer gününde yalnızlar bu günü nasıl geçirsin gibi bir soruya verilecek cevap; MFÖ’nün şarkısında söylediği gibi, doğumdan itibaren  yalnızlığın ömür boyu olduğunu kabul etmek  ve içimizdeki ve dışımızdaki nesnelerle kurulan anlamlı ilişkilerle  yaşamın bir değer, mana kazandığı olabilir. Bu nedenle sevgililer gününde yalnız olmak önemli değildir, diğer zamanlarda sevgili ile ve herkes ile kurduğumuz ilişkilerin nasıl olduğu önemlidir. Sevgililer gününde ve diğer günlerde  partneri olmayanlar anlamlı ve derin ilişkiler kurmak (bulmak değil) için nasıl düşünmeli ve davranmalıyım hakkında düşünebilirler. Aşk doğuştan hormonlarla olan bir şeydir: ilişkiler yatırım gerektirir, ilişkiler canlıdır, doğar, büyür, gelişir, sizden beslenir ve sizi besler. Bakmadığınız beslemediğiniz, önemsemediğiniz,  geliştirmediğiniz bir ilişki canlı kalamaz.

İlişki sürecine odaklanıldığında, anlamlandırmalar daha çok olumlu gerçekleşir, ilişki  devam etsin etmesin, olumsuz duygular daha az olumlu duygular daha fazla olacaktır. Puşkin ‘in sözleri buna dairdir:

‘Öyle hoş öyle güzeldi ki sevgimiz,

Umarım bir başkasınca da böyle sevilirsiniz.’

Özetle, sevgiliniz olsun ve ya olmasın hayatınızdaki tüm ilişkiler ve bu ilişkilerin kalitesi keyifli yaşamın ana unsurudur.